1. Hukuk Dairesi 2019/744 E. , 2020/5731 K.
MAHKEMESİ : ... BÖLGE ADLİYE MAHKEMESİ . HUKUK DAİRESİ
DAVA TÜRÜ : TAPU İPTALİ VE TESCİL
Taraflar arasında görülen tapu iptali ve tescil davası sonunda ilk derece mahkemesince davanın reddine dair verilen kararın davacı tarafından istinafı üzerine ... Bölge Adliye Mahkemesi 2. Hukuk Dairesince istinaf başvurusunun esastan reddine ilişkin olarak verilen karar davacı vekili tarafından yasal süre içerisinde temyiz edilmiş olmakla, Tetkik Hakimi ...’un raporu okundu, düşüncesi alındı. Dosya incelendi, gereği görüşülüp, düşünüldü.
-KARAR-
Dava, inançlı işlem ve ikrah (korkutma) hukuksal nedenlerine dayalı tapu iptali ve tescil isteğine ilişkindir.
Davacı, eşi ...’in dava dışı ... ve ortağı olan ...’den borç para aldığını, bu kişilere verilen senette oğlu ...’ın kefil olarak imzasının alındığını, anılan kişilerin tehditleri ile maliki olduğu 10514 parsel sayılı taşınmazdaki 4 nolu bağımsız bölümü dava dışı ...’a temlik ettiğini ve taşınmaz üzerinden kredi kullanarak borcun bir kısmını ödediğini, kalan borç için ...’ın tehditleri ile taşınmazın ... ile işbirliği içerisinde olan ...’a devredildiğini, temlikin tehdit ile borca karşılık olarak yapıldığını,borcun ödenmesine rağmen taşınmazın iade edilmediğini, kötü niyetli olarak davalıya devredildiğini ileri sürerek tapu kaydının iptali ile adına tesciline karar verilmesini istemiştir.
Davalı, taşınmazı iyi niyetli olarak satın aldığını belirterek davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece, davalının kötü niyetli olduğunun ispat edilemediği gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiş, davacı vekilinin istinaf başvurusu ... Bölge Adliye Mahkemesi 2. Hukuk Dairesi tarafından 6100 sayılı HMK'nun 353/1-b.1 fıkrası uyarınca esastan reddedilmiştir.
Dosya içeriği ve toplanan delillerden; davacı ...’e ait dava konusu 10514 parsel sayılı taşınmazdaki 4 nolu bağımsız bölümün 18.06.2014 tarihinde dava dışı ...’a satış suretiyle temlik edildiği ve taşınmaz üzerine 18.06.2014 tarih 15627 yevmiye nolu işlemle ... A.Ş. lehine 150.000 TL bedelle ipotek tesis edildiği, taşınmazın ... tarafından 15.04.2015 tarihinde ipotekle yüklü olarak dava dışı ...’a devredildiği, taşınmaz üzerindeki ipoteğin terkin edilerek 12.05.2015 tarihli 2.528 TL' lik haciz ile yüklü olarak taşınmazın ... tarafından 11.06.2015 tarihinde davalı ...’e satış suretiyle temlik edildiği, davacı ... ve oğlu ... tarafından dava dışı ..., ara malik ..., ... ..., ...ve davalı ... aleyhine tehdit ve tefecilik suçlarından dolayı ... ... Başsavcılığına verilen şikayet dilekçesi üzerine başlatılan soruşturma sonucunda şüpheliler ..., ... ve ...hakkında kovuşturma yapılmasına yer olmadığına karar verildiği, şüpheli ... hakkında ise ... 6.Asliye Ceza Mahkemesinde 2015/571 Esas sayılı kamu davası açıldığı, yargılama sonucunda ...’in , katılan ...’a karşı “ babasının senet borcundan kaynaklanan alacağını istediği ve “bu işin sonu kötü olur, bu evi bize devredeceksin” demek suretiyle tehdit suçundan cezalandırılmasına karar verildiği, ara malik ... ‘ın 4.09.2015 tarihinde kollukta verdiği ifadesinde “ .... bir dönem ...’ın ortağıydı,beraber iş yapıyorlardı, sonradan ... emlak işini bıraktı, ... bey devam etti, ... ile aralarındaki alacak, verecek mevzusunu ben bilmiyorum, ... bey bana telefon açmıştı,sabah tapuya git, daire var, senin üzerine alalım, bir ... sonra geri satacağız, dedi,ben de dediği gibi tapuya gittim, ... de yardımcı olmak için yanımdaydı,daire sahibi ve yanında ... de vardı,daire benim üzerime yapıldı,yaklaşık 40 gün sonra daireyi sattılar, ben de ismini bilmediğim bir aileye tapusunu verdim,gene ... beyin bilgisi dahilinde oldu, bu alışveriş tapu işlerinde benim bir menfaatim olmadı, sadece aramızdaki samimiyete binaen böyle bir şeyi kabul ettim” şeklinde beyanda bulunduğu anlaşılmaktadır.
Hemen belirtilmelidir ki, dava dilekçesinin içeriğinden ve iddianın ileri sürülüş biçiminden, davada davacı ...’den ...’a yapılan temlikte inançlı işlem, ...’dan, ...’a yapılan temlikte ise ikrah ( korkutma) hukuksal nedenine dayanıldığı anlaşılmaktadır.
Öncelikle belirtilmelidir ki, bir davanın birden fazla kişi tarafından veya birden fazla kişi aleyhine açılabilmesi için aynı tarafta yer alanlar arasında hukuki bir bağlantının bulunması gerekir. Hukukumuzda bu bağlantı karşılığını dava arkadaşlığı kurumunda bulmakta olup, mecburi ve ihtiyari dava arkadaşlığı olmak üzere iki ana başlık altında usul kanununda yer almış, mecburi dava arkadaşlığı da yine kendi içinde maddi ve şekli olmak üzere ikili ayrıma tabi tutulmaktadır. Dava konusu olan hak, birden fazla kişi arasında ortak olup da bu hukuki ilişki hakkında mahkemece bütün ilgililer için aynı şekilde ve tek bir karar verilmesi gereken hallerde dava arkadaşlığının maddi bakımdan mecburi olduğunun kabulü gerekir. Diğer bir ifadeyle, bir hakkın birden fazla kişi tarafından birlikte veya birden fazla kişiye karşı kullanılmasının, zorunlu olduğu hallerde, bu hak dava konusu edildiği zaman o hakla ilgili birden fazla kişi zorunlu dava arkadaşı durumundadır. Dava arkadaşlığının hangi hallerde mecburi olduğu maddi hukuka göre belirlenir. Mecburi dava arkadaşlığında; dava arkadaşları arasındaki ilişki çok sıkı olduğundan, davada birlikte hareket etmek durumundadırlar. Mahkeme ise, dava sonunda mecburi dava arkadaşlarının hepsi hakkında aynı ve tek bir karar verecektir. Mecburi dava arkadaşlığında dava konusu olan hak tektir ve dava arkadaşı sayısı kadar müddeabih bulunmamaktadır. Bazı hallerde ise, birden fazla kişiye karşı birlikte dava açılmasında maddi bir zorunluluk olmadığı halde, kanun; gerçeğin daha iyi ortaya çıkmasını, taraflar arasındaki hukuki ilişkinin doğru sonuca bağlanmasını sağlamak için, birden fazla kişiye karşı dava açılmasını usulen zorunlu kılmıştır ki, bu durumda şekli bakımdan mecburi dava arkadaşlığı söz konusudur. Böyle bir davada, dava arkadaşları hakkında tek bir karar verilmesi veya dava arkadaşlarının hep birlikte ve aynı şekilde hareket etme zorunluluğunun varlığından söz edilemez (HGK 2016/21-908 Esas, 2020/387 Karar).
Bilindiği üzere; inanç sözleşmesi, inananla inanılan arasında yapılan, onların hak ve borçlarını belirleyen, inançlı muamelenin sona erme sebeplerini ve devredilen hakkın, inanılan tarafından inanana geri verme (iade) şartlarını içeren borçlandırıcı bir muameledir. Bu sözleşme, taraflarının hak ve borçlarını kapsayan bağımsız bir akit olup, alacak ve mülkiyetin naklinin hukuki sebebini teşkil eder.
Taraflar böyle bir sözleşme ve buna bağlı işlemle genellikle, teminat teşkil etmek ve iade edilmek üzere, mal varlığına dahil bir şey veya hakkı, aynı amacı güden olağan hukuki muamelelerden daha güçlü bir hukuki durum yaratarak, inanılana inançlı olarak kazandırmak için başvururlar.
Diğer bir anlatımla, bu işlemle borçlu, alacaklısına malını rehin edecek, yani yalnızca sınırlı ayni bir hak tanıyacak yerde, malının mülkiyetini geçirerek rehin hakkından daha güçlü, daha ileri giden bir hak tanır.
Sözleşmenin ve buna bağlı temlikin, değinilen bu özellikleri nedeniyle, taşınmazı inanç sözleşmesi ile satan kimsenin artık sadece, ödünç almış olduğu parayı geri vererek taşınmazını kendisine temlik edilmesini istemek yolunda bir alacak hakkı; taşınmazı, inanç sözleşmesi ile alan kimsenin de borcun ödenmesi gününe kadar taşınmazı başkasına satmamak ve borç ödenince de geri vermek yolunda yalnızca bir borcu kalmıştır.
Uygulamada mesele, 5.2.1947 tarih 20/6 sayılı İçtihadı Birleştirme kararı ile ilişkilendirilip, bu karar dayanak yapılmak suretiyle çözüme gidilmektedir.
Söz konusu kararda; eski hukuka göre mümkün ve geçerli olan muvazaa ve ...-ı ... iddialarının, Medeni Kanunun yürürlüğünden sonra taşınmaz mallar hakkında dinlenip dinlenemeyeceği tartışılmıştır.
Anılan kararda; çeşitli sebep ve amaçlarla bir taşınmaz kaydına gerçek malik yerine başka bir ... ve bir sözleşmede akitlerden biri yerine üçüncü bir şahsın gösterilmesinin mümkün olduğu, bu gibi hallerde vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına yaptığı tasarruflarda olduğu gibi hukuki bir durum veya herhangi bir maksatla üçüncü şahıslardan gerçeği gizleme gayesi güdülebileceği, “kötüniyetli ve haksız gizlemeler” dışında,belirtilen olasılıklara göre açılacak bir davanın, gerçekten, ya mevcut bir hakka dayanarak bir el değiştirme veya bir hakkın korunması niteliğini taşıyacağı; bu durumun da, temsil ve vekalet ilişkisinde, mülkiyette halefiyet esası olarak kabul edilmiş bir husus olup, halefiyeti düzeltme amacıyla öncelikle mülkiyetin vekile aidiyeti düşünülse bile, temsil hükümlerine aykırı olduğundan bunun korunması ve devamına hükmolunamayacağı, zira TBK'nin 509. maddesindeki “Vekilin, kendi adına ve vekâlet veren hesabına gördüğü işlerden doğan üçüncü kişilerdeki alacağı, vekâlet verenin vekile karşı bütün borçlarını ifa ettiği anda, kendiliğinden vekâlet verene geçer.” hükmünün bu düşünceyi doğruladığı, öte yandan gerek taşınır, gerek taşınmaz mallara ilişkin olsun ...-ı ... hadiselerinde, meselenin bir istihkak ve mülkiyet davası niteliğini geçemeyeceğinden, ne resmi senet, ne de şekil meselesinin bahse konu olamayacağı, meselenin akitte ve isimde muvazaayı kapsamına alan TBK'nin 19. maddesi kapsamında düşünülmesinin kanunun amacına uygun düşeceğine, değinildikten sonra sonuçta, ...-ı ... davalarının dinlenebilir ve yazılı delil ile ispatının mümkün olduğuna, hükmolunmuştur.
İçtihadı Birleştirme kararlarının konularıyla sınırlı, sonuçlarıyla bağlayıcı bulunduğu tartışmasızdır. ...-ı ... için düzenleme getiren 1947 tarihli kararın, teminat amacıyla temlike dair inanç sözleşmelerini kapsadığı da kuşkusuzdur. Uygulamada anılan sözleşmeler gerek özü,gerek işleyişi açısından,genelde muvazaa, özelde ise...-ı ... başlıkları altında nitelendirilegelmektedir.
Belirtilen İçtihadı Birleştirme Kararında da değinildiği üzere; inanç sözleşmeleri bir yandan mülkiyeti nakil borcu doğurması bakımından tarafları bağlayıcı, diğer yandan, mülkiyetin naklinin sebebini teşkil etmesi açısından tasarruf işlemlerini bünyesinde barındıran sözleşmelerdir. Bu durumda koşulların oluşması halinde taşınmaz mülkiyetini nakil özelliğini taşıdığı kabul edilmelidir.
İçtihadı Birleştirme kararının sonuç bölümünde ifade olunduğu üzere, inançlı işleme dayalı olup dinlenilirliği kabul edilen iddiaların ispatı, şekle bağlı olmayan yazılı delildir. İnanç sözleşmesi olarak adlandırılan bu belgenin sözleşmeye taraf olanların imzasını içermesi gereklidir. Bunun dışındaki bir kabul, hem İçtihadı Birleştirme kararının kapsamının genişletilmesi, hemde taşınmazların tapu dışı satışlarına olanak sağlamak anlamını taşıyacağından kendine özgü bu sözleşmelerle bağdaştırılamaz.
Bilindiği üzere, 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu'nun(TBK) 37. (818 sayılı Borçlar Kanunu'nun(BK) 29.) maddesine göre, bir kimse karşı tarafın veya üçüncü bir kişinin kendisi veya yakınlarının maddi veya manevi varlığına yönelik hukuka aykırı ve esaslı korkutması sonucu yaptığı sözleşme ile bağlı sayılamaz. TBK'nin 38. (BK'nin 30.) maddesinde belirtildiği gibi, korkutmadan(ikrah-tehdit) söz edilebilmesi için, korkutmanın sözleşmeyi yapan kimsenin veya yakınlarının kişilik haklarına veya mal varlıklarına yönelik olması, korkutmaya maruz kalanın sübjektif durumuna göre ağır ve derhal meydana gelebilecek nitelik taşıması, haksız(hukuka aykırı) sayılması, illiyet bağının bulunması yani sözleşmenin korkunun yarattığı etki sonucu yapılması zorunludur. Bu koşulların varlığı halinde iradesi sakatlanan taraf, isterse iptal hakkını kullanmak suretiyle hukuki ilişkiyi geçmişe etkili(makable şamil) olarak ortadan kaldırılabilir.
Hemen belirtmek gerekir ki, iptal hakkının kullanılması hiçbir şekle bağlı değildir. Korkunun kalktığı tarihten itibaren bir yıllık hak düşürücü süre içerisinde sözleşme karşı tarafa yöneltilecek tek taraflı sarih ve zımni bir irade açıklaması ile feshedilebileceği gibi def'i veya dava yoluyla da kullanılabilir(TBK'nin 39. md). Sözleşme iptal edilmekle yapıldığı andan itibaren ortadan kalkacağı için yerine getirilen edim, istihkak davası(tapulu taşınmazlarda iptal ve tescil davası), bunun mümkün olmadığı hallerde sebepsiz zenginleşme davası ile geri istenebilir.
Somut olayda; taşınmazın son maliki bakımından iddianın incelenebilmesi için, davacı ile ilk el durumundaki dava dışı ... arasındaki hukuki ilişkinin inançlı işlem olup olmadığının açıklığa kavuşturulması zorunludur. Ne var ki, davacının çekişmeli taşınmazı devrettiği ilk el durumundaki ...'ın davada yer alması sağlanmadan hüküm kurulmuştur.
Hâl böyle olunca, mahkemece öncelikle ilk el ...’ın davada yer alması sağlandıktan sonra, ilk el ...’a yapılan temlikin açıklığa kavuşturulması, ilk ele yapılan temlikin inançlı işleme dayandığı anlaşılır ise, ...’tan ...’a yapılan temlikin korkutma sureti ile olup olmadığının ceza dosyası ile birlikte değerlendirilerek açıklığa kavuşturulması, bundan sonra ikinci el konumundaki son kayıt maliki ...’in TMK'nın 1023. maddesi uyarınca iyi niyetli olup olmadığının araştırılması, davalı tanığı ...’un; “ davalının eşinin mali müşaviri olduğu,aynı zamanda davacının eşi ...’i de tanıdığı,dava konusu taşınmaz ile problemler yaşandığını ve davacının eşi ...’in borç para karşılığında senet verdiği gibi dedikodular duyduğu” şeklindeki beyanları, temliklerin kısa aralıklarla olması, davalı ... tarafından ödemenin ne şekilde gerçekleştirildiği, 14.02.1951 tarih 17/2 sayılı YİBK’nın uygulanmasını gerektirir vakıaların bulunup bulunmadığı da değerlendirilerek sonucuna göre karar verilmesi gerekirken eksik inceleme ve araştırma ile yazılı olduğu üzere karar verilmesi doğru değildir.
Davacının temyiz itirazlarının kabulü ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 373/1. maddesi uyarınca Bölge Adliye Mahkemesi kararının ORTADAN KALDIRILMASINA, İlk Derece Mahkemesi kararının yukarıda yazılı nedenlerden dolayı 6100 sayılı HMK’nın 371/1-a maddesi uyarınca BOZULMASINA, dosyanın kararı veren ... 6.Asliye Hukuk Mahkemesi’ne, kararın bir örneğinin ... Bölge Adliye Mahkemesi 2. Hukuk Dairesi’ne gönderilmesine, alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine, 05.11.2020 tarihinde oyçokluğuyla karar verildi.
-KARŞI OY-
Dava, inançlı işlem hukuki sebebine dayalı tapu iptal ve tescil talebine ilişkindir.
Mahkemece, davalının kötü niyetli olduğunun usulünce ispatlanamadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiş, Bölge Adliye Mahkemesince istinaf başvurusu ise esastan reddedilmiştir.
Olayların oluş şekline ilişkin sayın çoğunluk ile aramızda bir ayrılık bulunmamaktadır.
Çoğunluk ile uyuşmazlık konusu, somut olayda zorunlu dava arkadaşlığı bulunup bulunmadığı, bir başka ifadeyle davacıdan taşınmazı satın alan ancak davada taraf olmayan ...’ın resen davaya dahil edilip edilemeyeceğine ilişkindir.
Sayın çoğunluğun ihtiyari ve zorunlu dava arkadaşlığına ilişkin açıklamalarına katılıyorum. Ancak, çoğunluğun “ davacı ile ilk el durumundaki ...’ın davada yer almasının sağlanması, ondan sonra davacı ile ... arasındaki temliki işlemin muvazaalı olup olmadığının açıklığa kavuşturulması...” şeklindeki görüşüne katılmak mümkün olmadığı gibi yine bozma gerekçesinde belirtilen “ kanun; gerçeğin daha iyi ortaya çıkmasını, taraflar arasındaki hukuki ilişkinin doğru sonuca bağlanmasını sağlamak için, birden fazla kişiye karşı dava açılmasını usulen zorunlu kılmıştır ki , bu durumda şekli bakımdan mecburi dava arkadaşlığı söz konusudur.” Şeklindeki açıklamaya da katılmak mümkün değildir. Usul Yasasının hiçbir yerinde “şekli dava arkadaşlığı” düzenlenmemiştir. Uygulamada ortaya çıkan zorunluluk ise ancak kamu düzenini ilgilendiren davalar bakımından kabul edilebilir.
Zorunlu dava arkadaşlığı 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 59. maddesinde “ Maddi hukuka göre, bir hakkın birden fazla kimse tarafından birlikte kullanılması veya birden fazla kimseye karşı birlikte ileri sürülmesi ve tamamı hakkında tek hüküm verilmesi gereken hallerde, mecburi dava arkadaşlığı vardır.” denmektedir.
Devam eden 60. maddede ise “mecburi dava arkadaşları ancak birlikte dava açabilir veya aleyhlerine de birlikte dava açılabilir. Bu tür dava arkadaşlığında, dava arkadaşları birlikte hareket etmek zorundadır...” hükmü bulunmaktadır.
İhtiyari dava arkadaşlığında ise dava arkadaşları birbirinden bağımsız hareket ederler.(58.m)
Yine aynı yasanın “Yargılamaya Hakim Olan İlkeler” başlığını taşıyan İkinci Bölüm 24. maddesinde “Kanunda açıkça belirtilmedikçe, hiç kimse kendi lehine olan davayı açmaya veya hakkını talep etmeye zorlanamaz.”, 25.maddede ise “ Kanunda öngörülen istisnalar dışında, hakim, iki taraftan birinin söylemediği şeyi veya vakıaları kendiliğinden dikkate alamaz ve onları hatırlatabilecek davaranışlarda dahi bulunamaz...” demektedir.
Somut olay, tapu iptal tescil davası olup “tarflarca getirilme ilkesine” tabidir. Hiçbir şekilde kamu düzeni ile ilgisi bulunmamaktadır.
Dava, niteliği gereği, dava tarihindeki tapu maliki aleyhine açılmalıdır. Nitekim davacı tapu maliki aleyhine dava açmıştır. Ara malik niteliğindeki şahıs (...) ise olsa olsa ihtiyari dava arkadaşı olur ki ancak davacının talebi ile davalı olabilir. Davalılar ile dava dışı ... birlikte hareket etmek zorunda olmadığı gibi davanın niteliği gereği menfaatleri de çatışmaktadır. Bu davada ispat külfeti davacıya düştüğünden, davanın ispatı açısından önemli olan ara malikin beyanlarının alınması, taraflardan birinin lehine olabileceği gibi aleyhine de olabilecektir. Bu durumda yukarıda belirtildiği üzere mahkeme, davacıya yol göstermiş durumuna düşecek ki usul yasası bunu yasaklamıştır.
Bir başka açıdan ise, dava dışı şahsın davaya katılması mahkeme tarafından isteniyor ise bu hususun yerine getirilmemesi halinde usulü eksiklikten (somut olayda taraf teşkili sağlanmadığından) davanın reddedilmesi gerekir ki eldeki davada bunu söylemek mümkün değildir.
Açıklanan bu nedenlerle, yerel mahkeme kararında ayrıntılı ve isabetli olarak değerlendirilip tartışılan gerekçelerle usulünce ispat edilemeyen davanın reddi yönünde verilen kararın doğru olduğu bu nedenle onanması gerektiği düşüncesiyle sayın çoğunluğun bozma yönündeki görüşüne katılmıyorum.