Hukuk Genel Kurulu 2010/4-364 E., 2010/374 K.
Hukuk Genel Kurulu 2010/4-364 E., 2010/374 K.
MANEVİ TAZMİNAT
2709 S. 1982 ANAYASASI [ Madde 12 ]
"İçtihat Metni"
Taraflar arasındaki 'Manevi Tazminat' davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Osmaniye 2. Asliye Hukuk Mahkemesince davanın 'kısmen kabulüne' dair verilen 27.11.2008 gün ve 2008/196 E- 2008/489 K. Sayılı kararın incelenmesi, davalı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 4.Hukuk Dairesinin 16.12.2009 gün ve 2009/2599-2009/14244 sayılı ilamı ile;
('…
…Dava, haksız şikayet nedeniyle manevi tazminat istemine ilişkindir. Yerel mahkemece istemin bir bölümü kabul edilmiş; karar, davalı tarafından temyiz olunmuştur.
Şikayet hakkı, diğer bir deyimle hak arama özgürlüğü, Anayasa'nın 36. maddesinde; herkesin meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma hakkına sahip olduğu yer almıştır. Bu düzenleniş biçimi itibariyle kişinin hak arama özgürlüğünün güvence altına alındığı görülmektedir. İşte bundan dolayıdır ki kişi, gerek yargı mercileri önünde ve gerekse yetkili kurum ve kuruluşlara başvurmak suretiyle kendisine zarar veren kişilere karşı, zarar gören haklarının korunmasını, bunun sonucu olarak zarar veren hakkında yasal işlem yapılmasına ve bu bağlamda cezalandırılmasını isteme hak ve yetkisine sahiptir.
Anayasanın güvence altına aldığı hak arama özgürlüğünün yanında, yine Anayasanın Temel Haklar ve Hürriyetlerin niteliği başlığını taşıyan 12. maddesinde herkesin kişiliğine bağlı dokunulmaz, devredilmez, vazgeçilmez temel hak ve özgürlüklere sahip olduğu belirtildikten başka, 17. maddesinde de, herkesin yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahip bulunduğu da düzenleme altına alınmış bulunmaktadır. Medeni Kanunun 24 ve 24/a maddelerinde de, kişilik haklarına karşı yapılan saldırının dava yolu ile korunacağı belirtilmiş, Borçlar Yasası'nın 49. maddesinde ise saldırının yaptırımı düzenlenmiştir.
Görüldüğü üzere, Anayasa'da ve yasalarda kişinin hak arama özgürlüğü ile kişilik değerleri güvence altına alınmıştır.
İşte bu noktada, hak arama özgürlüğü ile kişilik hakları karşı karşıya gelmiş olabilir. Sorun bu değerlerden hangisine üstünlük tanınacağı noktasında toplanmaktadır. Bir taraftan kişinin hak arama özgürlüğü güvence altına alınmışken, diğer taraftan kişilik hakları da Anayasal ve yasal güvence altına alınmıştır. Buna karşın kişi, hakkını ararken, karşı yanın kişilik değerlerine saldırıda bulunabilir. Onu hukuka aykırı bir eylemle suçlayabilir.
Hukukun, karşı karşıya gelen bu iki değeri aynı konuda ve zamanda koruma altına aldığı düşünülemez. Aksi halde, hukukun kendisi kendi kuralları ile çatışmış olur. Aslında konu biraz yakından incelendiğinde her iki değerin aynı anda birbirine karşı korunmadığı, çatışma durumunda somut olaydaki özelliğe göre birinin diğerine üstün tutulduğu görülecektir.
Şu durumda uyuşmazlığın çözümünde, hak arama özgürlüğünün, tüm özgürlüklerde olduğu gibi sınırsız olmadığı, diğer bir anlatımla kişi, istediği biçim ve koşulda ve salt başkasını zararlandırmak için bu hakkı kullanamayacağı, aksi halde bu hakkı kötüye kullanmış sayılacağı kabul edilerek, Anayasa ve yasaların öngördüğü güvenceden yararlanamayacaktır.
Bu hakkın hukuken korunabilmesi ve yerinde kullanıldığının kabul edilebilmesi için, şikayet edilenin cezalandırılmasını veya sorumlu tutulmasını gerektirecek yeterli kanıtların olması zorunlu değildir. Şikayeti haklı gösterecek bazı emare ve olguların zayıf ve dolaylı da olsa varlığı yeterlidir. Bu olgu veya emareye dayanılarak, orta düzeydeki başka bir kişinin de böyle bir olay karşısında, davalı gibi hareket etmesinin uygun görüleceği diğer bir anlatımla orta düzeydeki kişinin de somut olaydaki gibi davranacağı ve şikayet hakkını kullanmasının uygunluğu kabul edilmelidir. Aksi halde şikayetin hak arama özgürlüğü sınırları aşılarak kullanıldığı ve şikayet edilenin kişilik değerlerine saldırı oluşturduğu sonucuna varılmalıdır.
Somut olayda, davacılar ile davalının aynı köyde komşu oldukları, davacıların dava dışı erkek kardeşlerine davalının kızını istedikleri ancak, davalının kızını vermeyi kabul etmeyerek başka biriyle nişanlaması üzerine taraflar arasında husumet oluştuğu anlaşılmaktadır. Cumhuriyet Savcılığı'na 02.04.2004 günü açıklama yapan davalı, '…
…yaylada olduğu vakitte evinde hırsızlık olduğunu, altın ve paralarının çalındığını, kimseden şikayetçi olmadığını, suçluların bulunmasını…
…'; 30.05.2006 günlü şikayet dilekçesinde de; '…
…evine girenlerin Aykut Köken ve Altuğ Köken olduğundan büyük şüphe duyduğunu, tespit edilen parmak izlerinin bu şahıslara ait olup olmadığının tespit edilmesini…
…' istemiştir.
Dosyadaki bilgi ve belgelerden; yargılama sırasında tanık olarak dinlenen davalının kızı Seda Akyol'un; '…
…evin balkonunda bulunduğu sırada davacıların kendi aralarında yaptıkları 'oh olsun kızlarını vermediler biz de altınlarını çaldık' şeklindeki konuşmayı duyduğu…
…' söylediği, davacıların ekonomik durumlarının iyi olmadığı halde hırsızlık olayından hemen sonra yeni bir ev yaptırarak ev eşyalarını yeniledikleri, davacıların annesinin koluna altın takarak dolaşmaya başladığı anlaşılmaktadır.
Yerel mahkemece, hırsızlık olayından hemen sonra yaşanan bu olaylar nedeniyle duyulan şüphe üzerine şikayette bulunulduğu anlaşılan davalının yasal şikayet hakkını kullandığı sonucuna varılarak, istemin tümden reddine karar verilmesi gerekirken, şikayet dilekçesinde somut olaylar anlatılmadığı gerekçesiyle, davalının manevi tazminat ile sorumlu tutulmuş olması usul ve yasaya uygun düşmediğinden kararın bozulması gerekmiştir…
…')
gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle,yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, haksız şikayetten kaynaklanan manevi tazminat istemine ilişkindir.
Davacılar, davalının 30.05.2006 tarihinde Osmaniye Cumhuriyet Başsavcılığına verdiği dilekçede, davacıları hırsızlık iddiası ile suçladığını, şikayet dilekçesinde 'onlardan şüpheleniyorum, büyük ihtimal onlar çaldı' şeklinde beyanda bulunduğunu, yapılan soruşturma sonunda 'kovuşturmaya yer olmadığına' karar verildiğini, gözlem altında tutulduklarını, emniyette sorguya alındıklarını, parmak izi incelemesi ve buna benzer bir takım adli işlemler yapıldığını, şikayet hakkının bir hak olduğunu ancak bu hakkın davalı tarafından kötüye kullanıldığını, elinde hiç bir somut delil veya emare bulunmadan en ufak bir şüphe bile olmamasına rağmen davacılar hakkında şikayette bulunduğunu iddia ederek davacılar için ayrı ayrı manevi tazminata hükmedilmesini talep ve dava etmişlerdir.
Davalı, evinde meydana gelen hırsızlık nedeni ile Osmaniye Cumhuriyet Başsavcılığına davacılar hakkında şikayette bulunduğunu, davacıların suçsuz olduklarını bilerek rencide etmek amacı ile şikayette bulunmadığını, amacının suçu ihbar etmek olduğunu, sadece şüphelerini ifade ettiğini, talep edilen tazminat miktarının fahiş olduğunu savunarak davanın reddine karar verilmesini istemiştir.
Yerel mahkemece davanın kısmen kabulüne ilişkin olarak kurulan karar Özel Dairece yukarıda yazılı gerekçeyle bozulmuş, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; olayların gelişimi ve tanık beyanının şikayet hakkının kullanılmasında yeterli emare kabul edilip edilemeyeceği ve varılacak sonuca göre şikayetin haksız olup olmadığı noktasında toplanmaktadır.
Öncelikle belirtilmelidir ki, kişinin gerçek bir olguya dayanan iddiasını kısmen ya da tamamen doğrulayacak kanıtlara dayanarak (bu kanıtlar dava açılması ve mahkûmiyet için yeterli olmasa dahi) resmi mercilere başvurması ya da ceza davası açması uygulama ve doktrinde hukuka uygun bir davranış olarak kabul edilmekte ve bu davranış hak arama özgürlüğü kapsamında düşünülmektedir. Aksi görüşü kabul etmek, yani her ihbar ve şikayetin yapılabilmesini ve ceza davası açılabilmesini her halükarda mahkumiyet için yeterli delil ikamesine bağlı tutmak; özellikle delillerin takdiri sonucu beraat halinde de şikayetçi ya da davacıyı manevi tazminat tehdidi altında bırakmak, hak arama özgürlüğünü sınırlamak ve kişilik hakları karşısında bu özgürlüğü yok etmek olur. Böyle bir yorum, Medeni Kanun ve Anayasa'nın kişilik hak ve özgürlükleriyle güttüğü amaca ters düşer.
Kişinin Anayasa ile sağlanması amaçlanan özgürlük ortamında yaşaması, gelişme ve faaliyet göstermesi, ona verilmiş görevleri yerine getirebilmesi için gerekli olan özgürlükler, yasal yollardan kullanıldığı ölçüde kısıtlanamaz ve kimse bu özgürlüğü kullandığı için tazminatla sorumlu tutulamaz.
Ayrıca hak arama özgürlüğü kapsamında bulunan şikayet hakkı ve kişilik hakları anayasal güvence altındadır. Bu iki hakkın karşı karşıya geldiği durumlarda; hukuk düzeninin her iki değeri aynı zamanda koruma altına alması düşünülemeyeceğinden, daha az üstün olan yararın, daha çok üstün tutulması gereken yarar karşısında, belirli koşullar çerçevesinde, korumasız kalması söz konusu olabilecektir. Zira, hak arama özgürlüğü, diğer özgürlüklerde de olduğu gibi sınırsız olmayıp, kişi salt başkasını zararlandırmak için bu hakkı kullanamaz. Bu hakkın hukuken korunabilmesi ve yerinde kullanıldığının kabul edilebilmesi için, hak arama özgürlüğünün sınırlarının aşılmaması, başkalarının kişilik değerlerine saldırı oluşturmaması gerekir.
Somut olayda, davacı, evinde 2004 yılı Nisan ayında meydana gelen hırsızlık olayı nedeniyle 02.05.2004 tarihinde şikayet dilekçesi vermiş; yapılan soruşturma sonucunda faillerin kimliğinin tespit edilememesi üzerine Cumhuriyet Başsavcılığınca 10.06.2004 gün ve 2004/3536 sayılı daimi arama kararı verilmiştir.
Davalı bu kez 30.05.2006 tarihinde ikinci bir dilekçe vererek: '…
… şimdi ise evime giren ve ev eşyalarımı çalan kimselerin sanık olarak arz ettiğim Aykut ve Alptuğ Köken adındaki kimseler olduğundan büyük şüphe uyandığından haklarında şikayet dilekçesi vermek gereği hasıl oldu, polisin tespit ettiği parmak izlerinin sanıklara ait olup olmadığının tespiti ile haklarında yasal işlem yapılmasını saygılarımla arz ederim.' iddiasında bulunmuştur.
Bunun üzerine olay yerinde bulunan parmak izleri ile karşılaştırma yapabilmek için 01.06.2006 tarihinde davacılara ait parmak izleri alınmıştır. Ekspertiz raporunda olay yerinde elde edilen parmak izi ile Alptuğ Köken ve Aykut Köken isimli şahısların on parmak izlerinin yapılan birebir mukayesesinde uyuşmadığı ve birbirine benzemediği tespit edilmiştir. Bu belirlemenin doğal sonucu olarak da davacılar hakkında Cumhuriyet Başsavcılığınca '…
…mesnet suçu işlediğini gösterir yeterli delil bulunmadığından' gerekçesiyle 'delil yetersizliği nedeniyle şüpheliler hakkında kamu adına kovuşturulmasına yer olmadığına' 5.5.2008 tarihinde karar verilmiştir.
Davalı, eldeki davadaki savunmasında, şikayetini haklı gösterecek emarenin delili olarak kızı olan tanık Seda Akyol'un beyanına dayanmış; dinlenen tanık davalıyı doğrulamıştır.
Mahkemece, yeminsiz dinlenen davalının kızı olan tanığın beyanı, davalının şüphesinin haklı olduğunu gösterecek somut bir olgu içermediği gerekçesi ile dikkate alınmamış; şikayetin haksız olduğu kanaatiyle tazminata hükmedilmiştir.
Özel daire ise yukarıda belirtilen bozmada ifade edildiği üzere olayların gelişimini ve tanık beyanını şikayet hakkının kullanılmasında yeterli emare olarak kabul etmiştir.
Hal böyle olunca, olayların gelişimi ve tanık Seda Akyol'un beyanının şikayet hakkının kullanılmasında yeterli emare olup olmadığının değerlendirilmesi gerekmektedir.
Tanıklık takdiri bir delildir. Bu nedenle hakim tanıkların ifadeleri ile bağlı değildir; tanığın doğru söylemediğini başka delil ve belirtilerle anlarsa tanık ifadelerine aksi yönde karar verebilir. Fakat tanık ifadelerini serbestçe takdir ederken sadece hakimin vicdani kanaati yeterli olmayıp, hükümde bir tanığın ifadesinin neden kabul edildiğinin veya edilmediğinin belirtilmesi gerekir(Kuru/Arslan/Yılmaz, Medeni Usul Hukuku, Yetkin Yayınları, s. 396).
Tanık Seda Akyol davalının kızı olup takdiren yeminsiz dinlenmiştir. Olay tarihinden sonra ilk kez eldeki dosyada beyanına başvurulmuştur. Hakim tarafından tanığın beyanı takdir edilmiş; 'hiçbir somut olgu beyan etmediği' gerekçesiyle kabul edilmemiştir.
Konutlarında meydana gelen ve bir miktar altın ve paranın çalınması ile neticelenen hırsızlık olayı sonrasında hiç ifade vermeyen tanığın olay tarihinden takriben 4 yıldan fazla bir süre sonra ortaya çıkıp beyanda bulunmasının hayatın olağan akşına uygun olduğunu kabul etmek imkanı yoktur. Ayrıca tanık beyanında '…
…beni davacıların abisi Kürşat'a istemişlerdi, bizde olumsuz cevap vermiş idik; bundan bahsedip iyi oldu kızlarını vermediler bizde altınlarını aldık…
…' şeklinde beyanda bulunmuş, özel dairece bu gelişmelerden dolayı taraflar arasında husumet bulunduğu kabul edilmiştir.
Ancak tanık beyanının alındığı celsede, beyandan hemen sonra davacılar vekili ise aksini iddia ederek '.. davacıların abisi Kürşat davalının kızı ile değil başka biri ile nişanlanınca davalılar bu şekilde ithamda bulunma gereği hissettiler…
…' demiştir. Buna göre tanık beyanı ile davacı vekilinin iddiası birbiri ile çelişmiş sabit olmayan bir durum ortaya çıkmıştır. Özel dairece davacıların kız isteme nedeniyle davalıya yönelik husumeti bulunduğuna yönelik kabulünün de davacı vekilinin iddiası karşısında sabit olmadığı anlaşılmaktadır. Kaldı ki sadece bir tanığın beyanının kural olarak hükme esas alınamayacağı da kuşkusuzdur.
Hırsızlık suçu yüz kızartıcı suçlardan olup, toplum tarafından nefretle kınanan 'şüyuu vukuundan beter' yani 'bir şeyle ilgili söylenti çıkmasının o şeyin gerçekten olmasından beter olduğu' bir durumdur. Davacıların yaşadığı muhitte asılsız isnatlar nedeniyle karakola götürülmeleri, ifadelerinin ve parmak izlerinin alınması; bir takım adli işlemlere tabi tutulması, bu işlemlerden sonra takipsizlik kararı verilmiş olsa bile, davacıların kişilik haklarını zedeleyecek bir olgu olarak kabul edilmelidir.
Tüm bu olgular ve dosya içeriği göz önüne alındığında davalının şikayetinin haksız olduğu, hak arama özgürlüğü içinde değerlendirilemeyeceği, bu özgürlüğün sınırlarının aşıldığı, bu haksız şikayet nedeniyle davacının kişilik haklarının zedelendiği ve hukuken korunmaya değer bulunan bu hakların üstün tutulması gerektiği; dolayısıyla da, şikayet hakkını kötüye kullanan davalıların davacının zararını tazmin yükümlülüğünde olduğu, sonucuna varılmıştır.
Açıklanan nedenlerle, yerel mahkemece, davacı lehine manevi tazminata hükmedilmiş olması usul ve yasaya uygun olup, direnme kararı yerindedir. Ne var ki, tazminat miktarına ilişkin temyiz itirazları Özel Dairesince incelenmediğinden, dosyanın bu inceleme yapılmak üzere Özel Dairesine gönderilmesi gerekir.
S O N U Ç : Yukarıda açıklanan nedenlerle, direnme kararı yerinde olup, davalı vekilinin tazminat miktarına yönelik temyiz itirazlarının incelenmesi için dosyanın 4.Hukuk Dairesine gönderilmesine, 07.07.2010 gününde oybirliği ile karar verildi.