Hukuk Genel Kurulu 2017/2384 E. , 2021/1172 K.
MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi
1. Taraflar arasındaki “tazminat” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda, İstanbul Anadolu 11. Asliye Hukuk Mahkemesince verilen davanın kabulüne ilişkin karar, davalı Hazine vekili ve davalı orman idaresi vekili tarafından ayrı ayrı temyiz edilmesi üzerine Yargıtay 5. Hukuk Dairesince yapılan inceleme sonunda bozulmuş, Mahkemece Özel Daire bozma kararına karşı direnilmiştir.
2. Direnme kararı davalı Hazine vekili tarafından temyiz edilmiştir.
3. Hukuk Genel Kurulunca dosyadaki belgeler incelendikten ve direnme kararının verildiği tarih itibariyle 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun Geçici 3. maddesine göre uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 26.09.2004 tarihli ve 5236 sayılı Kanun’la değişikliği öncesi hâliyle 438. maddesinin ikinci fıkrası gereğince direnme kararlarının temyiz incelemesinde duruşma yapılamayacağından davalı Hazine vekilinin duruşma isteminin reddine karar verilip dosyadaki belgeler incelendikten sonra gereği görüşüldü:
I. YARGILAMA SÜRECİ
Davacı İstemi:
4. Davacılar vekili dava dilekçesinde; ... ilçesi, Çengelköy Mahallesi 917 ada 3 parsel, 969 ada 1 parsel ve 971 ada 1 parsel sayılı taşınmazların kamulaştırma bedeli ödenmeksizin mahkeme tarafından orman olduğundan bahisle tapuları iptal edilerek orman vasfıyla maliye hazinesine geçtiğini, evveliyatı davacılar adına tapulu iken orman olduğundan tapu kayıtları iptal edilen kısımların dava tarihi itibari ile güncel değerinin hesaplanarak yasal faizi ile birlikte taşınmazların bedelinin tahsiline karar verilmesini talep etmiş, 28.06.2013 havale tarihli ıslah dilekçesi ile taleplerini artırmıştır.
Davalı Cevabı:
5. Davalı Hazine vekili cevap dilekçesinde; dava konusu taşınmazların orman vasfında oldukları gerekçesi ile tapularının iptal edildiği bildirildiğinden davanın İstanbul Orman Bölge Müdürlüğüne yöneltilmesinin gerektiğini, taşınmazın Hazine ile ilgisi bulunmadığından davalı sıfatının da bulunmadığını belirterek davanın reddini savunmuştur.
6. Davalı Orman idaresi vekili cevap dilekçesinde; davaya konu parsellerin 1978 yılında orman kadastro çalışması yapılan 17.09.1982 tarihinde ilan edilen Hekimbaşı Devlet Ormanı sınırları içerisinde olduğunu, ... 1. Asliye Hukuk Mahkemesinin 1972/1000 E. 1979/856 K. sayılı kararı ile ... Hekimbaşı ormanının düzeltilmiş sınırları olacak şekilde devlet ormanı olarak karar verildiğini, daha önce orman sınırlaması ile sonra da mahkeme kararı uygulaması ile orman olduğuna karar verilen parsellerin tazminat davasına konu edilmesinin söz konusu olmadığını belirterek davanın reddini savunmuştur.
Mahkeme Kararı:
7. İstanbul Anadolu 11. Asliye Hukuk Mahkemesinin 30.07.2013 tarihli ve 2012/56 E. 2013/295 K. sayılı kararı ile; davacılara ait taşınmazların evveliyatında kadastro tespiti ile tapu kaydına dayalı olarak şahıslar adına tespit ve tescil edildikten sonra ... 1. Asliye Hukuk Mahkemesinin 1972/1000 E. 1979/856 K. sayılı kararı ile davaya konu bölümlerinin orman vasfıyla parselden ifraz edilerek Hazine adına tescil edildiği, davacılara herhangi bir bedel ödenmeden taşınmazlarına el konulduğu, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarında bu şekilde el koymanın mülkiyet hakkının ihlâli olarak kabul edildiği, bu durumda dava konusu taşınmazlara kamulaştırma yapılmaksızın el konulduğundan davacıların bu taşınmazlar için kamulaştırmasız el atma tazminatı isteyebileceği, bilirkişi kurulu tarafından taşınmazların 1.218TL olarak değerlendirilen m2 rayiç değeri sonucu hisse miktarlarına göre yapılan hesaplamanın doğru olduğu, bu rayiç bedelin taşınmazların bulundukları konum itibariyle mahkemece de uygun bulunduğu, buna göre davalıların harçtan muaf olmaları sebebiyle Hukuk Genel Kurul Kararı uyarınca davacıların davalarını harçsız olarak ıslahlarının kabulü ile son bilirkişi kurulu raporuna göre davanın kabulü ile, 5.409.615,74TL kamulaştırmasız el atma bedelinin ...'a, 10.156.463,52TL kamulaştırmasız el atma bedelinin ...'ya davalılardan müteselsilen dava tarihinden işleyecek yasal faiziyle birlikte alınarak verilmesine karar verilmiştir.
Özel Daire Bozma Kararı:
8. Mahkemenin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davalı Hazine vekili ve davalı orman idaresi vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
9. Yargıtay 5. Hukuk Dairesince 17.11.2014 tarihli ve 2014/16554 E. 2014/26241 K. sayılı kararı ile; “…Dava, tapu kaydının mahkeme kararı ile iptali nedeniyle uğranılan zararın TMK.nın 1007. maddesi uyarınca tazmini istemine ilişkindir.
Mahkemece davanın kabulüne karar verilmiş; hüküm, davalı idareler vekillerince temyiz edilmiştir.
Dosyada bulunan kanıt ve belgelerden; davacıların da hissedar olduğu dava konusu taşınmazların orman sınırları içerisinde kaldığından bahisle Orman Genel Müdürlüğünce meni müdahale ve tapunun iptali davası açıldığı, ... 1. Asliye Hukuk Mahkemesinin 1972/1000-1979/856 sayılı dava dosyasında yapılan yargılama sonucunda taşınmazlardan 917 ada, 3 parsel sayılı taşınmazın 37.632 m2’lik, 969 ada, 1 parselin 14336 m2’lik, 971 ada, 1 parselin ise 5376 m2’lik kısmının orman sınırları içerisinde kaldığından tapu maliklerinin müdahalelerinin men’ine, taşınmazların belirtilen bölümlerinin tapu kayıtlarının iptali ile orman içine alınmasına karar verildiği, kararın Yargıtay denetiminden de geçerek 28.06.1982 tarihinde kesinleştiği anlaşılmıştır.
4721 sayılı TMK.nın 1007.maddesinde 'Tapu sicilinin tutulmasından doğan bütün zararlardan Devlet sorumludur. Devlet zararın doğmasında kusuru bulunan görevlilere rücu eder.' hükmü yer almakta olup burada, devletin sorumluluğu kusursuz sorumluluktur. Kusursuz sorumluluk, tapu siciline bağlı çıkarların ve ayni hakların yanlış tescili sonucu değişmesi ya da yitirilmesi ile bu haklardan yoksun kalınması temeline dayanır. Çünkü, sicillerin doğru tutulmasını üstlenen ve taahhüt eden devlet, gerçeğe aykırı ve dayanaksız kayıtlardan doğan zararları da ödemekle yükümlüdür. Kusurun varlığı ya da yokluğu, devletin sorumluluğu için önem taşımayıp sadece, Devletin memuruna rücuu sırasındaki iç ilişkide önemlidir.
Açıklanan nedenlerle, TMK.nın 1007.maddesinde düzenlenen objektif (kusursuz) sorumluluk halinin, 6098 sayılı Borçlar Kanununun 41. ve devamı maddesinde düzenlenen haksız fiil sorumluluğu ile ilgisi bulunmadığından, aynı Kanunun 72.maddesindeki (818 sayılı yasanın 66.maddesi) zamanaşımı kurallarının uygulanma imkanı olmadığı gibi, TMK.nın 1007. maddesine dayanılarak açılan davalar için de, ayrıca zamanaşımı süresi belirlenmemiştir. Bu itibarla, 6098 sayılı Borçlar Kanununun 146. maddesindeki (818 sayılı yasanın 125.maddesi) 10 yıllık genel zamanaşımı süresinin uygulanması esas olup, iş bu dava da tapu iptaline ilişkin kararın kesinleştiği tarihten itibaren 10 yıllık zamanaşımı süresi geçtikten sonra açıldığından, davalı Orman Genel Müdürlüğü hakkındaki davanın husumetten, Hazine aleyhine açılan davanın ise zamanaşımından reddine karar verilmesi gerektiği düşünülmeden, davanın kabulüne karar verilmesi,
Doğru görülmemiştir…” gerekçesi ile karar bozulmuştur.
Direnme Kararı:
10. İstanbul Anadolu 11. Asliye Hukuk Mahkemesinin 15.12.2016 tarihli ve 2016/269 E. 2016/392 K. sayılı kararı ile önceki gerekçelere ek olarak; davacılara ait taşınmazların evveliyatında kadastro tespiti ile tapu kaydına dayalı olarak şahıslar adına tespit ve tescil edildikten sonra ... 1. Asliye Hukuk Mahkemesinin 1972/1000 E. 1979/856 K. sayılı ilamı ile davaya konu bölümlerinin orman vasfıyla parselden ifraz edilerek Hazine adına tescil edildiği, davacılara herhangi bir bedel ödenmeden taşınmazlarına el konulduğu, AİHM kararlarında bu şekilde el koymanın mülkiyet hakkının ihlâli olarak kabul edildiği, bu durumda dava konusu taşınmazlara kamulaştırma yapılmaksızın el konulduğundan davacıların bu taşınmazlar için kamulaştırmasız el atma tazminatı isteyebileceği, mülkiyet hakkına dayanıldığı, tapu kaydının tutulmasından kaynaklanan bir sicil hatası olmadığı, mahkeme kararıyla tapu kaydının iptaline karar verildiği, AİHM kararına kadar kişilerin tazminat davası açma haklarının mahkemelerce kabul edilmediği gibi açılan davaların da reddediliyor olması nedeniyle tapu maliklerinin dava hakkının zamanaşımına uğradığından söz edilemeyeceği, bu durumun mülkiyet hakkının ihlâli sayılacağı gerekçesiyle davalı Hazineye karşı açılan dava yönünden direnme kararı verilmiştir.
Direnme Kararının Temyizi:
11. Direnme kararı süresi içinde davalı Hazine vekili tarafından temyiz edilmiştir.
II. UYUŞMAZLIK
12. Direnme yolu ile Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; tapu kaydının mahkeme kararı ile iptali nedeniyle uğranılan zararın 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun (TMK) 1007. maddesi uyarınca tazmini istemine ilişkin eldeki davanın, zamanaşımına tabî olup olmadığı, buradan varılacak sonuca göre davanın zamanaşımına uğrayıp uğramadığı noktasında toplanmaktadır.
III. GEREKÇE
13. Mülkiyet hakkı gerek Anayasa ve yasalarla iç hukuk yönünden, gerekse Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve ek protokolleri ile kabul edilmiş temel haklardandır (Anayasa m. 35/1, AİHS ek protokol 1-1). TMK’nın 683. maddesinde de bir şeye malik olan kimsenin hukuk düzeninin sınırları içerisinde o şey üzerinde dilediği gibi kullanma, yararlanma ve tasarrufta bulunma yetkisi olarak belirtilmiş, malikin malını haksız olarak elinde bulunduran kimseye karşı istihkak davası açabileceği gibi, her türlü haksız el atmanın önlenmesini de dava edebileceği hüküm altına alınmıştır.
14. Devlet tarafından verilen, doğru esasa ve geçerli kayda dayalı mülkiyet hakkına değer verileceği kuşkusuzdur. Böyle bir yer özel mülkiyet kapsamından çıkarılarak kamu malı niteliğini kazanmakla birlikte, kişinin ya da kişilerin söz konusu tapuya dayalı hakkının hukukî güvenlik ilkesinin sonucu olarak korunması gerektiği muhakkaktır. Aksi düşünce tarzının, devletin verdiği tapunun geçersizliğini ileri sürerek hiçbir karşılık ödemeksizin iptalini istemesi, zamanında geçerli bir şekilde ve kayda dayalı olarak oluşturulan mülkiyet hakkı ile bağdaşmayacağı gibi kamu vicdanını yaralaması yanında hukuk devleti ilkesini de zedeleyen bir tutum oluşturacaktır.
15. Devletin, tuttuğu tapu kayıtlarının eksik ya da hatalı olması nedeniyle sorumlu tutulması mülkiyet hakkının korunması için çok önemli bir unsurdur. İşte tam bu noktada Devletin sorumluluğuna ve bu sorumluluğun hukuktaki niteliği üzerinde kısaca durulmasında yarar vardır.
16. Sorumluluk hukukunun tarihsel gelişim süreci içerisinde, kusur sorumluluğundan kusursuz sorumluluğa uzanan bir yol izlenir. Kusur sorumluluğunda bir zararı başkasına tazmin ettirmek, ancak zarar onun kusurlu bir fiilinden doğmuş ise mümkündür (Tandoğan, Haluk:, Türk Mes’uliyet Hukuku, Ankara 1967, s. 89). Kusur sorumluluğunda “kusur”, sorumluluğun öğesidir (Eren, Fikret: Borçlar Hukuku Genel Hükümler, 22. Baskı, Ankara 2017, s. 594).
17. Diğer bir anlatımla tazminat yükümlülüğünü kusura dayandırmak, önceleri adalete uygun ve yeterli görülmekte iken, zarar olasılıklarını çoğaltan büyük sanayinin gelişmesi, üretim ve taşıt araçlarının makineleşmesi, yeni enerji kaynaklarının bulunması halkın büyük şehirlerde yoğunlaşması ile modern hayatta zarar olasılıklarının çoğalması, böylece teknik ilerleme ve ona bağlı tehlikelerin artması ile birlikte zarar görenlere etkili bir koruma sağlamaya elverişsiz ve dolayısıyla adaleti sağlama bakımından da yetersiz kalmaya başlamıştır.
18. Böylece sanayileşme ile birlikte doğan tehlikeler hukuk alanında da etkisini doğurmuş ve bir kimsenin kusurlu olmasa dahi kendisinin verdiği zarar nedeniyle tazmin sorumluluğunu, kısacası kusursuz sorumluluğu getirmiştir (Tandoğan, Haluk: Kusura Dayanmayan Sözleşme Dışı Sorumluluk Hukuku, Ankara 1991, s. 1-4).
19. Kusursuz sorumluluk, tapu siciline bağlı çıkarların ve ayni hakların yanlış tescil sonucu değişmesi ya da yitirilmesi ile bu haklardan yoksun kalınması temeline dayanır. Çünkü sicillerin doğru tutulmasını üstlenen ve taahhüt eden Devlet, gerçeğe aykırı ve dayanaksız kayıtlardan doğan zararları da ödemekle yükümlüdür.
20. Öğretide kusursuz sorumluluk hâlleri “olağan sebep sorumluluğu - tehlike sorumluluğu” gibi ikili ayırıma tabî tutulduğu gibi (Eren, s. 641 ve 693; Tandoğan, Haluk: Kusura Dayanmayan Sözleşme Dışı Sorumluluk, Ankara, 1981, s. 22); “hakkaniyet sorumluluğu-nezaret ve ihtimam gösterme yükümünden doğan sorumluluk-tehlike sorumluğu” şeklinde üçlü ayırım yapanlar da vardır (Tekinay, Selahattin Sulhi/Akman, Sermet/Burcuoğlu, Haluk/Altop, Atilla: Tekinay Borçlar Hukuku, Genel Hükümler, B.7, İstanbul 1993, s. 498).
21. Öte yandan, “objektif sorumluluk” üst başlığı altında kusursuz sorumluluk hâlleri olarak da düzenlemeler bulunmaktadır. Tehlike sorumluluğu, terminolojide “ağırlaştırılmış sebep sorumluluğu”; “ağırlaştırılmış objektif sorumluluk” olarak yer alır (Koçhisarlıoğlu, Cengiz: Objektif Sorumluluğun Genel Teorisi, Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 1984, s. 183). Diğer sorumluluk türlerinden farklı olarak kurtuluş beyyinesi (kanıtı) yasalarda bulunmamaktadır. Ancak, uygun illiyet bağını kesen sebepler sorumluyu sorumluluktan kurtarır.
22. Taşınmazların tapu siciline kaydedilmesinde ve doğru sicillerin oluşturulmasında Devletin sorumluluğu o kadar önemlidir ki, TMK’nın 1007. maddesinde (743 sayılı Türk Kanunu Medenisi m. 917) “Tapu sicilinin tutulmasından doğan bütün zararlardan Devlet sorumludur. Devlet, zararın doğmasında kusuru bulunan görevlilere rücu eder” hükmü öngörülmüştür.
23. Devletin tapu sicilini çok düzgün tutması ve taşınmazların durumunu tespit ve tescil bakımından gerekli düzenlemelerin yapılarak açık hâle getirilmesi konusuna büyük önem verilmiş, bu sicillerin Devlet memurlarınca tutulmasından ileri gelecek bütün zararlardan dolayı vatandaşlara karşı fer’î değil, aynen İsviçre’de olduğu gibi asli bir sorumluluk yüklenmiştir (Velidedeoğlu, Hıfzı Veldet/Esmer, Galip: Gayrimenkul Tasarrufları, İstanbul 1969, s. 512 vd); (Akipek, Jale: Eşya Hukuku, Ankara 1972, s. 303).
24. Devletin sorumluluğundan söz edebilmek için, tapu sicilinin tutulmasında sicil görevlisinin hukuka aykırı bir işleminin ve bununla zararlı sonuç arasında nedensellik bağının varlığı gerekmekle birlikte, eylemin kusura dayanıp dayanmamasının bir önemi yoktur. Eş söyleyişle, Devletin sorumluluğu, kusursuz bir sorumluluktur.
25. Diğer bir anlatımla Devletin “tapu sicilinin tutulmasından doğan sorumluluğuna” ilişkin olarak, kusursuz sorumluluk/ağırlaştırılmış sebep/ağırlaştırılmış objektif sorumluluk/ tehlike sorumluluğa ilişkin kurallar uygulanır.
26. Taşınmazda Devletin tapu sicilini tutması, hak ve işlem güvenliğinin sağlanabilmesinin bir güvencesi niteliğindedir. Ancak sistemin tam olarak yerine getirilmesi, tapu siciline duyulan güvenin sürekliliğine bağlıdır. İşte TMK’nın 1007. maddesinde kanun koyucu sicilin doğru tutulduğuna güvenenlerin, sicilin yolsuz tutulmasından dolayı uğradıkları zararların Devlet tarafından ödeneceği ilkesini düzenleyerek güveni sağlamayı amaç edinmiştir.
27. Burada, kusursuz sorumluluğun dayanağı, tapu siciline bağlı büyük çıkarların ve yanlış tesciller sonucunda sicile güven ilkesi yüzünden ayni hakların yerinin doldurulmaz biçimde değişmesi ve bu hakların sahiplerinin onlardan yoksun kalmaları tehlikesinin varlığı ile açıklanabilir.
28. Görüldüğü üzere, tapu sicilinin tutulmasını üzerine alan Devlet, tapu siciline tanınan güvenden ötürü, hak durumuna aykırı kayıtlardan doğan tehlikeyi de üstlenmektedir. Tapu sicil müdür ya da memurunun kusuru olsun olmasın, tapu sicilinin tutulmasında kişilerin mameleki çıkarlarını koruyan hukuk kurallarına aykırı davranılmış olması yeterlidir. Kusurun varlığı ya da yokluğu Devletin sorumluluğu için önem taşımamakta, sadece Devletin memuruna rücu hâlinde iç ilişkide etkisi söz konusu olmaktadır.
29. Bununla birlikte Devletin TMK’nın 1007. maddesi kapsamında sorumluluğu sınırsız olmayıp, belli bir zamanaşımı süresine tabîdir. İşte tam bu noktada kısaca zamanaşımı kavramına ve bu konudaki yasal düzenlemelere değinmekte fayda bulunmaktadır.
30. Özel hukukta teknik bir kavram olan zamanaşımı, bir hakkın kazanılmasında veya kaybedilmesinde Kanunun kabul etmiş olduğu sürenin tükenmesi anlamına gelmektedir. Çekişmelerin bir an önce sonuçlandırılmayıp uzun süre askıda bırakılmasının toplumun barış ve huzurunu bozacağı düşünülerek yargı yoluyla hak aramaya konulan zaman sınırı olarak öngörülen zamanaşımı, bir borcu doğuran, değiştiren, ortadan kaldıran bir olgu olmayıp, doğmuş ve var olan bir hakkın istenmesini ortadan kaldıran bir savunma aracıdır.
31. Mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun(BK) 60. maddesinin 1. fıkrasında haksız fiilden zarar görenin zararının tazmini istemiyle açacağı davaların bağlı olduğu zamanaşımı süreleri ayrıca düzenlenmiştir.
32. Mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun “Müruru zaman” başlıklı 60. maddesinde;
“Zarar ve ziyan yahut manevi zarar namıyla nakdi bir meblağ tediyesine müteallik dava, mutazarrır olan tarafın zarara ve failine ittılaı tarihinden itibaren bir sene ve her hâlde zararı müstelzim fiilin vukuundan itibaren on sene mürurundan sonra istima olunmaz…”
hükmü yer almaktadır.
33. Borçlar Kanunu’nun 60. maddesinin 1. fıkrasına göre, tazminat davası açma hakkı zarar görenin, zararı ve haksız eylemi öğrenmesinden itibaren başlayacak ve bir yılda zamanaşımına uğrayacaktır. Burada önemli olan zararı ve tazminat sorumlusunu öğrenmektir.
34. Diğer bir anlatımla, bir yıllık sürenin başlaması için zarar görenin, zarar ile birlikte tazmin borçlusunu da öğrenmiş olması gerekir. Kusur sorumluluğunda failin öğrenilmesi gerekir.
35. Aynı Kanun’un “On senelik müruru zaman” başlıklı 125. maddesi ise;
“Bu kanunda başka suretle hüküm mevcut olmadığı takdirde, her dava on senelik müruru zamana tabîdir.”
şeklinde bir düzenleme içermektedir.
36. Anılan maddenin birinci fıkrasında süreler belirlendikten sonra maddenin ikinci fıkrasında ceza dava zamanaşımına yollamada bulunulmuştur.
37. Borçlar Kanunu’nun 125-140. (6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu (TBK) m. 146-161.) maddeleri arasında düzenlenen genel zamanaşımı hükümlerine göre alacak hakkı alacaklı tarafından yasanın öngördüğü süre ve koşullar içinde talep edilmediğinde etkin bir hukukî himayeden, başka bir deyişle dava yoluyla elde edilebilme olanağından yoksun bırakılmaktadır. Zamanaşımına uğrayan alacağın tahsili hususunda Devlet kendi gücünü kullanmaktan vazgeçmekte, böylece söz konusu alacağın ödenip ödenmemesi keyfiyeti borçlunun iradesine bırakılmaktadır. Şu hâlde zamanaşımına uğrayan alacak ortadan kalkmamakla beraber, artık doğal bir borç (Obligatio naturalis) hâline gelmektedir. Ancak belirtmek gerekir ki, alacağın salt zamanaşımına uğramış olması onun eksik bir borca dönüşmesi için yeterli değildir; bunun için borçlunun, kendisine karşı açılmış olan alacak davasında alacaklıya yönelik bir def’ide bulunması gerekir (HGK’nın 05.05.2010 tarihli ve 2010/8-231 E., 255 K. sayılı kararı).
38. Bu nedenle zamanaşımı hukukî niteliği itibariyle maddi hukuktan kaynaklanan bir def’i olup, usul hukuku anlamında ise bir savunma aracıdır (Kuru, Baki: Hukuk Muhakemeleri Usulü, İstanbul 2001, Cilt: 2, s. 1761; Von Tuhr. Andreas: Borçlar Hukuku, C. I-II, Ankara 1983, Cevat Edege çev., s. 688 vd.; Canbolat, Ferhat: Def’i ve İtiraz Arasındaki Farklar ve İleri Sürülmesinin Hukuki Sonuçları, EÜHF Dergisi, Cilt:III, Sayı:1, s. 255 vd.).
39. Kanunda hangi hakların zamanaşımına uğrayacağı, hangilerin uğramayacağı belirli bir sistem hâlinde düzenlenmiş değildir. Mevcut hukuk düzeni ve mevzuata göre, borçlar, ticaret, eşya ve kamu hukukundan kaynaklanmış olsun bütün alacaklar zamanaşımına tabîdir.
40. Borçlar Kanunu’nun 125. maddesine göre; özel hukukta aksine bir hüküm bulunmadıkça alacaklar ilke olarak on yıllık zamanaşımına tabîdir. On yıllık süre ise kusursuz sorumlulukta kanunen sorumlu görülen kişinin öğrenilmesi ile başlar.
41. Yukarıda ifade edildiği gibi TMK’nın 1007. maddesi uyarınca Devletin sorumluluğunun objektif-kusursuz sorumluluk hâli olduğunun kabul edildiğine ve bu sorumluluk hâlinin BK’nın 41 ve devamı maddelerinde düzenlenen haksız fiil sorumluluğu ile ilgisi bulunmadığına göre, aynı Kanunun 60. maddesinde (TBK m. 72) yer alan zamanaşımı kurallarının uygulanma imkânı olmadığı gibi, TMK’nın 1007. maddesine dayanılarak açılan davalar için ayrıca zamanaşımı süresinin öngörülmediği dikkate alındığında, BK’nın 125. maddesindeki (TBK m. 146) on yıllık genel zamanaşımı süresinin devletin sorumluluğu için uygulanması gerekir.
42. Tüm bu açıklamalar ve ortaya konulan yasal düzenlemeler karşısında somut olay incelendiğinde; davacıların da hissedar olduğu dava konusu taşınmazların orman sınırları içerisinde kaldığından bahisle Orman Genel Müdürlüğünce meni müdahale ile tapu iptali ve tescil davası açıldığı, ... 1. Asliye Hukuk Mahkemesinin 1972/1000 E. 1979/856 K. sayılı dava dosyasında yapılan yargılama sonucunda; 917 ada 3 parsel sayılı taşınmazın 37.632 m2’lik, 969 ada 1 parsel sayılı taşınmazın 14336 m2’lik, 971 ada 1 parsel sayılı taşınmazın ise 5376 m2’lik kısmının orman sınırları içerisinde kaldığı gerekçesiyle tapu maliklerinin müdahalelerinin men’ine, taşınmazların belirtilen bölümlerinin tapu kayıtlarının iptali ile orman içine alınmasına karar verildiği, kararın Yargıtay denetiminden de geçerek 28.06.1982 tarihinde kesinleştiği anlaşılmıştır.
43. Bu nedenle eldeki davanın (21.02.2012), tapu kaydının iptaline ilişkin kararın kesinleştiği (28.06.1982) tarihten itibaren on yıllık zamanaşımı süresi geçtikten sonra açıldığının kabulü gerekir.
44. Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmeler sırasında Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 18.11.2009 tarihli ve 2009/4-383E. 2009/517 K. sayılı kararından önce zamanaşımı süresi dolan davacılara, bu tarihten sonra TMK’nın 1007. maddesi uyarınca dava açabilme imkânı tanınmış olmasına göre, bu tarihten, dava tarihine kadar yaklaşık 2 yıl 3 aylık süre geçtiği, anılan sürenin somut olay özelinde, adalete erişim hakkı kapsamında, dava açma hakkının kullanılabilmesindeki bireysel yarar ile hukukî güvenlik ve istikrar ilkesinin sağlanmasındaki kamu yararı arasındaki denge, Hukuk Genel Kurulu içtihadının toplum tarafından bilinebilir hâle geleceği zaman dilimi hususları birlikte değerlendirildiğinde makul olduğu, açıklanan gerekçelerle yerel mahkemenin direnme kararının yerinde olduğu, tazminat miktarının incelenmesi için dosyanın Özel Daireye gönderilmesi gerektiği görüşü ileri sürülmüş ise de, bu görüş Kurul çoğunluğu tarafından benimsenmemiştir.
45. Hâl böyle olunca tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dosyadaki tutanak ve kanıtlara, bozma kararında açıklanan gerektirici nedenlere göre Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.
46. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
IV. SONUÇ:
Açıklanan nedenlerle;
Davalı Hazine vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerle 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu'nun Geçici 3. maddesine göre uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu'nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA,
Aynı Kanunun 440. maddesi uyarınca kararın tebliğinden itibaren on beş gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 07.10.2021 tarihinde yapılan ikinci görüşmede oy çokluğu ile karar verildi.
KARŞI OY
Yerel mahkeme ile Özel Daire arasındaki temel uyuşmazlık; mahkeme kararıyla orman sınırları içinde kalması nedeniyle tapu kaydının iptali sonucu uğranılan zararın TMK’nın 1007. maddesi uyarınca tazmini istemiyle açılan davanın zamanaşımına tabî olup olmadığı, dava tarihi itibariyle zamanaşımı süresinin dolup dolmadığı noktasında toplanmaktadır.
Yerel mahkemece; “….davacılara ait taşınmazların evveliyatında kadastro tespiti ile tapu kaydına dayalı olarak şahıslar adına tespit ve tescil edildikten sonra ... 1. Asliye Hukuk Mahkemesinin 1972/1000 E., 1979/856 K. sayılı kararı ile davaya konu bölümlerinin orman olarak parselden ifraz edilerek Hazine adına tescil edildiği, davacılara herhangi bir bedel ödenmeden taşınmazlarına el konulduğu, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarında bu şekilde el koymanın mülkiyet hakkının ihlali olarak kabul edildiği… bilirkişi tarafından tespit edilen taşınmazın m2 rayiç değeri esas alınarak davacıların hisse miktarlarına göre hesaplanan bedelin davalılardan müteselsilen tahsiline” ilişkin verilen kararın davalılar tarafından temyizi üzerine Yargıtay 5. Hukuk Dairesince; “…. davacıların da hissedar olduğu dava konusu taşınmazların orman sınırları içerisinde kaldığından bahisle Orman Genel Müdürlüğünce men’i müdahale ve tapunun iptali davası açıldığı, ... 1. Asliye Hukuk Mahkemesinin 1972/1000 E., 1979/856 K sayılı dava dosyasında yapılan yargılama sonucunda 917 ada, 3 parsel sayılı taşınmazın 37.632 m2’lik, 969 ada, 1 parselin 14336 m2’lik, 971 ada, 1 parselin ise 5376 m2’lik kısmının orman sınırları içerisinde kaldığından tapu maliklerinin müdahalelerinin men’ine, taşınmazların belirtilen bölümlerinin tapu kayıtlarının iptali ile orman içine alınmasına karar verildiği, kararın Yargıtay denetiminden de geçerek 28.06.1982 tarihinde kesinleştiği işbu dava da tapu iptaline ilişkin kararın kesinleştiği tarihten itibaren 10 yıllık zamanaşımı süresi geçtikten sonra açıldığından, davalı Orman Genel Müdürlüğü hakkındaki davanın husumetten, Hazine aleyhine açılan davanın ise zamanaşımından reddine karar verilmesi gerektiği” gerekçesiyle karar bozulmuş, bozma kararına karşı yerel mahkeme gerekçesini genişleterek önceki kararda direnmiştir. Yerel mahkemenin direnme kararı Kurul çoğunluğunca Özel Daire kararı benimsenerek bozulmuştur.
Çoğunluk görüşüne, konu ile ilgili Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM-Mahkeme) ve Anayasa Mahkemesi kararları, yasal düzenlemeler ve aşağıda belirtilen açıklamalar nedeni ile katılınmamıştır.
Konuyla ilgili yasal düzenlemelere bakıldığında;
2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası (Anayasa)nın, 35. maddesinde mülkiyet hakkı; “Herkes mülkiyet ve miras hakkına sahiptir. Bu haklar ancak, kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir. Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz”.
Mülkiyet hakkını düzenleyen Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS)’nin Ek 1 nolu Protokolünün 1. maddesinde, mülkiyet hakkı ve kapsamı belirlendikten sonra, mülkiyet hakkına yönelik olarak yapılacak saldırılara karşı koruma da düzenlenmiş olup, bu koruma kişilerin, mülkiyet hakkının Devlet karşısında korunmasını kapsamaktadır. Mülkiyet hakkı temel haktır, ancak kamu yararı ve yasada belirtilen şartlarda kişiler mal ve mülkünden mahrum bırakılabilir.
Anayasa’nın “Hak arama hürriyeti” başlıklı 36. maddesinde, “ Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı ve davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir. Hiçbir mahkeme, görev ve yetkisi içindeki davaya bakmaktan kaçınamaz.”
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 6. maddesinin 1. fıkrasına göre: herkes davasının, medeni hak ve yükümlülükleriyle ilgili uyuşmazlıklar ya da cezai alanda kendisine yöneltilen suçlamaların esası konusunda karar verecek olan, yasayla kurulmuş, bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından, kamuya açık olarak ve makul bir süre içinde görülmesini isteme hakkına sahiptir.
Anayasa’nın 90/son maddesinde; temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletler arası antlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletler arası antlaşma hükümleri esas alınacağı düzenlenmiştir.
Bu kapsamda, konuyla ilgili Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına baktığımızda;
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Golder/Birleşik Krallık kararında AİHS’nin 6. maddesinin 1. fıkrasında yer alan düzenlemenin, herkesin medeni hak ve yükümlülüklerle ilgili iddialarını mahkeme önüne getirme hakkına sahip olmasını kapsadığı sonucuna varmıştır.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, mahkemeye etkili erişim hakkını “hukukun üstünlüğü” ilkesinin temel unsurlarından biri olarak kabul etmekte ve mahkemeye etkili erişim hakkının, mahkemeye başvuru konusunda tutarlı bir sistemin var olmasını ve dava açmak isteyen kişilerin mahkemeye ulaşmada açık, pratik ve etkili fırsatlara sahip olmasını gerektirdiğini ifade etmektedir. Bu sebeple hukukî belirsizliklerin ya da uygulamadaki belirsizliklerin tarafların mahkemeye erişimine zarar verdiği durumlarda bu hakkın ihlâl edildiğine karar verilmektedir (Geffre/Fransa, B. No: 51307/99, 23/1/2003, § 34).
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Eşim/Türkiye kararında da; süre sınırı getiren kuralların iyi adalet yönetiminin güvence altına alınması amacına dayandığı ve bu kuralların veya bunların uygulanmasının ilgililerin ulaşılabilir başvuru yollarına müracaatlarını engelleyecek mahiyette olmaması gerektiğini değerlendirmiş, bu ilkeler uyarınca, mahkemelerin dava açılabilmesi için öngörülen yasal yükümlülükleri uygularken hem yargılama adaletinin zayıflamasına yol açacak düzeyde aşırı şekilcilikten hem de kanunlarda öngörülen usule ilişkin gereklilikleri abes hale getirecek seviyede aşırı esneklikten kaçınması gerektiğini belirtmektedir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, 30.05.2006 tarih ve 1262/02 sayılı Doğrusöz ve Aslan-Türkiye kararında ifade edildiği üzere, “... başvurulan yollar ve gerçekleştirilmesi amaçlanan hedef arasında makul bir denge olması gerektiği... kişinin .. kişisel ve haddinden fazla yük taşımak zorunda kalması hâlinde gerekli dengenin kurulamayacağı ... kamu yararı ile mülkiyet hakkından kısmen veya tamamen yoksun bırakılan kişinin menfaati ile kamu yararı arasında, makul, kabul edilebilir, hak ve adalet dengesini sağlayacak bir oranın kurulması...” asıldır.
Yine Mahkemenin, adil tatmine ilişkin 27.07.2008 gün ve 2003/35785 sayılı Köktepe-Türkiye kararında, başvuranların mülklerinden yargı kararıyla yoksun bırakıldıkları tespitine yer vermiş, mülkiyetten yoksun bırakma işlemine gerekçe olarak gösterilen tabiatın ve ormanların korunması amacının 1 Nolu Ek Protokol’ün 1. maddesi anlamında kamu yararı kapsamına girdiğine dikkat çekmekle birlikte, mülkiyetten yoksun bırakma hâlinde, ihtilaf konusu tedbirin arzu edilen dengeye riayet edip etmediğinin ve başvuranlara orantısız bir yük yükleyip yüklemediğinin belirlenmesi için, iç hukukta öngörülen telafi yöntemlerinin dikkate alınması gerektiğini hatırlatmıştır. Bu çerçevede AİHM, mülkün değerine karşılık gelen makul bir meblağ ilgilisine ödenmeden, mülkten mahrum bırakmanın aşırı bir müdahale teşkil edeceğini ifade etmiştir.
AİHM, N.A. ve Diğerleri/Türkiye, 37451/97 sayılı kararında vurguladığı üzere; hem kıyılar hem de ormanlarla ilgili kararlarında, kadastro tespiti ya da satın alma yoluyla tapulu taşınmazlar edinen kişilerin tapularının kıyı kenar çizgisi ya da orman alanı içinde kaldığı gerekçesiyle ve herhangi bir tazminat ödenmeksizin iptal edilmesini Sözleşme'ye ek 1 Nolu Protokol'ün 1. maddesinin ihlâli olarak nitelendirmiştir. AİHM bu kararlarında çevrenin korunmasına ilişkin kamu yararı ile bireyin mülkiyet hakkının korunması arasında makul bir dengenin bulunması gerektiğini belirterek karşılığı ödenmeksizin mülkiyet hakkına müdahale edilemeyeceği sonucuna ulaşmıştır.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, 17.04.2012 tarih, Başvuru No: 42936/07 sayılı M.Altunay/Türkiye kararında; başvurucunun tazminat ödenmeksizin taşınmazının elinden alınması nedeniyle mülkiyet hakkının ihlâl edildiği iddiasına ilişkin olarak Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun Kasım 2009 tarihinde daha önceki içtihadında değişikliğe gittiğini, tapu kayıtlarındaki yanlış kayıtlardan kaynaklanan ayni hak veya menfaatleri kaybolmuş ya da kısıtlanmış olanların tapu kayıtlarındaki düzensizliklerden dolayı Devleti sorumlu tutabileceğine hükmettiğini, tazminat miktarının söz konusu arazinin kullanılma şekli, niteliği ve değeri temelinde muhtemel getirisi ve emsal değerler dikkate alınarak değerlendirme yapılması gerektiğine dikkat çektiği, bu başvuru yolunun düzenli olarak kullanılmakta olduğunu, ulusal mahkemelerin AİHM'nin içtihatlarını ve Sözleşme'ye ek 1 Nolu Protokol'ün 1. maddesine dayanarak ilgili mevzuat hükümlerini uyguladıklarını, başvurucunun tapu belgesinin iptali yönündeki kararın kesinleşmesinden itibaren on yıl içinde tazminat talebinde bulunabileceğini belirterek iç hukuk yolları tüketilmediği gerekçesiyle başvurunun kabul edilemez olduğuna hükmetmiştir.
Mahkeme kararında söz edilen; Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 18/11/2009 tarih ve 2009/4-383E, 2009/517K sayılı kararında '...Davaya konu somut olayda, yapılan kadastro işlemine süresi içinde Hazine adına itiraz etmekle yükümlü olan görevliler üzerlerine düşen görevlerini yapmamışlardır. Tapu işlemleri kadastro tespiti işlemlerinden başlayarak birbirini takip eden işlemler olduğundan ve tapu kütüğünün oluşumu aşamasındaki kadastro işlemleri ile tapu işlemleri bir bütün oluşturduğundan, bu kayıtlarda yapılan hatalardan TMK 1007. madde anlamında Devletin sorumlu olduğunun kabulü gerekir.
Burada Devletin sorumluluğu kusursuz sorumluluktur. Kusursuz sorumluluk tapu siciline bağlı çıkarların ve ayni hakların yanlış tescili sonucu değişmesi yada yitirilmesi ile bu haklardan yoksun kalınması temeline dayanır. Çünkü sicillerin doğru tutulmasını üstlenen ve taahhüt eden Devlet, gerçeğe aykırı ve dayanaksız kayıtlardan doğan zararları da ödemekle yükümlüdür. Bu itibarla, kadastro görevlilerinin dayanaksız ya da gerçek hukuksal duruma uymayan kayıtlar düzenlemelerini ve taşınmazın niteliğinde yanlışlıklar yapmalarını da aynı kapsamda düşünmek gerekir.
İstikrarlı Yargıtay uygulamasında kıyı kenar çizgisi içerisinde kaldığı gerekçesi ile taşınmazlar hakkında açılan tapu iptali davaları sonunda mülkiyet haklarından mahrum kalanlar tarafından Devlet aleyhine açılan davaların da, adli yargı yerinde görülüp çözümlenmesi gerektiği kabul edilmektedir.
Sonuç itibariyle; davacının, Devletin kusursuz sorumluluğundan kaynaklanan bir zararının oluştuğu ve bu zararın tazminini Devletten isteyebileceği, Devletin kadastro işlemlerinden kaynaklanan sorumluluğunun da TMK’nın 1007. maddesi kapsamında olması gerektiği, bu nedenle görülmekte olan davanın adli yargıda bakılması gerektiği” sonucuna varılmıştır.
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu 13.06.2018 tarih, 2017/5-2025 E, 2018/1189K sayılı kararında; TMK’nın 1007. maddesi uyarınca Devletin sorumluluğunun, objektif-kusursuz sorumluluk hâli olduğu, 4721 sayılı Kanun'un 1007. maddesi uyarınca açılacak tazminat davalarının 818 sayılı mülga Kanun'un 125. (6098 sayılı BK’nın 146.) maddesi gereğince on yıllık genel zamanaşımı süresine tabî olduğu, kadastro tespiti nedeniyle mülkiyet kaybının kesinleştiği tarihten itibaren on yıl içinde tazminat davasının açılması gerektiği kabul edilmiştir. Anayasa Mahkemesi 25.07.2017 tarih ve 2014/6673 bireysel başvuru numaralı kararında; Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 18.11.2009 tarihli kararından sonra Yargıtay içtihadının değiştiği, anılan kararda 4721 sayılı Kanun'un 1007. maddesinde öngörülen tazminat yolunun kadastro tespiti aşamalarındaki işlemlerden doğan zararların telafisi yönünden de etkili olduğu,18.11.2009 tarihinde oluşan bu hukukî yol için zamanaşımı süresinin bu tarihten önce başladığı yolundaki kabulün, 4721 sayılı Kanun'un 1007. maddesinde öngörülen dava yolunu başvurucu açısından anlamsız hâle getirdiği cihetle 18.11.2009 tarihinden önce zamanaşımı süresi dolan başvurucuların dava açabilmelerini mümkün kılacak makul bir süre öngörülmesi, kamu yararı ile bireylerin mülkiyet hakkının korunması arasında adil bir dengenin kurulabilmesi bakımından yeterli olup bu sürenin ne kadar olacağının takdirinin derece mahkemelerine ve özellikle içtihat mahkemesi konumunda olan Yargıtaya ait olduğuna, bu nedenlerle Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan mahkemeye erişim hakkının ihlâl edildiğine karar vermiştir. Anayasa Mahkemesinin bireysel başvuruya yönelik ihlâl kararlarının, 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un 50. maddesindeki düzenleme yönünden subjektif etkisi bulunmaktadır. Subjektif etki başvurucunun kendisine dair somut bir önlem alınmasını, işlem yapılmasını ve başvurucuyla ilgili ihlâl ve sonuçlarının ortadan kaldırılmasını, daha doğrusu ihlâlden öncesi duruma dönülmesini ifade eder.
Subjektif etki yanında objektif etkiye de değinmek gerekir. Objektif etki ile kastedilen benzer nitelikteki ihlâllerin önlenmesi için yetkililerin tedbirler alması, mahkemelerin başka davalarda bu hususları dikkate alması ve kararlarında kullanmasıdır. Sonuç itibariyle objektif etki, ihlâl edilen temel hakkın benzer nitelikli olaylarda ihlâlin önlenmesi amacına hizmet eder. Bu anlamda objektif etki; yasamanın bireysel başvuru kararları doğrultusunda mevzuat değişikliklerine gitmesi, yürütme organının eylem ve işlemlerini buna göre düzeltmeleri ya da değiştirmeleri, yargı organları bakımından ise içtihat değişikliğine gidilmesi anlamına gelmektedir. Bu nedenle objektif etkinin subjektif etkiden daha önemli ve etkin olduğu veya olması gerektiği söylenebilir.
Belirtilen mahkeme kararları, yasal düzenlemeler ve tüm bu açıklanan nedenlerle; 18.11.2009 tarihinde Hukuk Genel Kurulunun içtihat değişikliği ile oluşan bu hukukî yol için zamanaşımı süresinin bu tarihe kadar dolduğunun kabul edilmesi, 4721 sayılı TMK’nın 1007. maddesinde öngörülen tazminat yolunu etkisizleştirmektedir. Bu nedenle 18.11.2009 tarihinden önce zamanaşımı süresi dolan somut olaya ilişkin eldeki davanın makul süre içinde açılıp açılmadığının tespiti önem arz etmektedir.
Somut olayda; ... 1. Asliye Hukuk Mahkemesinin, 31.12.1979 tarih, 1972/1000 E., 1979/856 K. sayılı kararında; davacıların hissedarı olduğu 917 ada, 3 parsel sayılı taşınmazın 37.632 m2’lik, 969 ada, 1 parselin 14336 m2’lik, 971 ada, 1 parselin ise 5376 m2’lik kısmının orman sınırları içerisinde kaldığından, taşınmazların belirtilen bölümlerinin tapu kayıtlarının iptali ile orman sınırları içine alınmasına dair verilen karar, Yargıtay denetiminden de geçerek 28.06.1982 tarihinde kesinleşmiş, davacılar vekili eldeki davayı 21.02.2012 tarihinde açmıştır.
Davacılar, 28.06.1982 tarihinde kesinleşin mahkeme kararıyla mülkiyet hakkını kaybetmişler ve bu tarih itibariyle de zararları doğmuştur. TMK’nun 1007. maddesine dayalı olarak açılacak davanın (10 yıllık zamanaşımı süresinin son günü) 28.06.1992 tarihine kadar açılması gerekir. Ancak, bu tarihteki Yargıtay İçtihadı, Devletin, tapu sicilinin hatalı tutulması, kadastro işlemlerinden kaynaklanan TMK’nun 1007. maddesi kapsamında sorumluluğunun bulunmadığı yönünde olup bu tarihte davacıların lehine tazminata hükmedilecek etkili bir dava yolu bulunmamaktadır.
Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 18.11.2009 tarihli kararından önce zamanaşımı süresi dolan davacılara, bu tarihten sonra TMK’nın 1007. maddesi uyarınca dava açabilme imkânı tanınmış olmasına göre, bu tarihten, dava tarihine kadar yaklaşık 2 yıl 3 aylık süre geçmiştir. Anılan sürenin somut olay özelinde, adalete erişim hakkı kapsamında, dava açma hakkının kullanılabilmesindeki bireysel yarar ile hukukî güvenlik ve istikrar ilkesinin sağlanmasındaki kamu yararı arasındaki denge, Hukuk Genel Kurulu içtihadının toplum tarafından bilinebilir hâle geleceği zaman dilimi hususları birlikte değerlendirildiğinde makul olduğunun kabulü gerekir.
Açıklanan bu gerekçelerle, yerel mahkemenin direnme kararının yerinde olduğu, tazminat miktarının incelenmesi için dosyanın Özel Daireye gönderilmesi gerektiği görüşünde olduğumuzdan sayın çoğunluğun bozma gerekçelerine katılınmamıştır.