Hukuk Genel Kurulu 2018/447 E. , 2021/1360 K.
MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi
1. Taraflar arasında “tapu iptali ve terkin” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda, Yalova 2. Asliye Hukuk Mahkemesince verilen asıl ve birleşen davaların reddine ilişkin karar davacı Hazine vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine Yargıtay 8. Hukuk Dairesince yapılan inceleme sonunda bozulmuş, Mahkemece Özel Daire bozma kararına karşı direnilmiştir.
2. Direnme kararı davacı Hazine vekili tarafından temyiz edilmiştir.
3. Hukuk Genel Kurulunca dosyadaki belgeler incelendikten sonra gereği görüşüldü:
I. YARGILAMA SÜRECİ
Davacı İstemi:
4. Davacı Hazine vekili asıl dava dilekçesinde; paftaların incelenmesi sonucunda 20.730,00 m2 yüzölçümündeki dava konusu 279 parsel sayılı taşınmazın 3.161,68 m2'sinin kıyı kenar çizgisinin deniz yönünde olduğunun tespit edildiğini, 3621 sayılı Kıyı Kanunu ile Kıyı Kanununun Uygulanmasına Dair Yönetmelik gereğince dava konusu taşınmazın kıyı kenar çizgisinin deniz tarafında kalan 3.161,68 m2'lik kısmının iptaline karar verilmesini istemiştir.
5. Davacı Hazine vekili birleşen davada ise; dava konusu taşınmazda kayıt maliki olan ölü Sezai Selah mirasçılarına husumet yönelterek asıl davada dayanılan nedenlerle taşınmazın kıyı kenar çizgisinin deniz tarafında kalan kısmının iptaline karar verilmesini istemiştir.
Davalı Cevabı:
6. Asıl davada davalı ..., birleşen davada davalılar ..., ..., ... ve Hediye Sema Okçu vekili cevap dilekçesinde; davanın yetkisiz mahkemede açıldığını, davanın dayanağı olan kıyı kenar çizgisinin tespitine idari kararın müvekkillerine tebliğ edilmediğini, kıyı kenar çizgisinin usulsüz olarak tanzim edildiğini belirterek davanın reddini savunmuştur.
7. Birleşen davada davalı ...; yargılamaya katılmamış, savunmada bulunmamıştır.
Mahkeme Kararı:
8. Karamürsel Asliye Hukuk Mahkemesinin 03.03.2010 tarihli ve 2007/87 E., 2010/103 K. sayılı kararı ile; çekişmeli taşınmazın kıyı-kenar çizgisi içinde kalan bölümlerinin devletin hüküm ve tasarrufu altındaki kamu malı niteliğinde, özel mülkiyete konu olamayacak (2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın (Anayasa) 43, 3402 sayılı Kadastro Kanunu'nun 16/C maddesi gereğince) yerlerden olduğu keşfen saptanmış ise de, 25.02.2009 tarihinde kabul edilip 14.03.2009 tarihinde yürürlüğe giren 5841 sayılı Kanun'un 2. maddesi ile 3402 sayılı Kanun'un 12. maddesinin 3. fıkrası gereğince kadastro tespitinin kesinleştiği tarih ile davaların açıldığı tarih arasında 10 yıllık hak düşürücü sürenin geçmiş olduğu gerekçesiyle asıl ve birleşen davanın hak düşürücü süre nedeniyle reddine, dava açıldıktan sonra yapılan yasal düzenleme nedeni ile davanın reddine karar verildiğinden davalılar lehine vekalet ücreti takdirine yer olmadığına karar verilmiştir.
9. Mahkemenin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davacı Hazine vekili temyiz isteminde bulunmuştur.
10. Yargıtay 1. Hukuk Dairesinin 21.06.2010 tarihli ve 2010/6506 E., 2010/7264 K. sayılı kararı ile;
'… Dava ve birleşen dava, 3621 Sayılı Yasa'dan kaynaklanan tapu iptali ve sicil kaydının kütükten terkini isteğine ilişkin olup mahkemece 14.03.2009 tarihinde yürürlüğe giren 5841 sayılı Yasa hükümleri uyarınca kadastro tespitinin kesinleşmesiyle dava tarihi arasında 3402 Sayılı Yasa'nın 12/3 maddesinde öngörülen hak düşürücü sürenin geçtiği gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiş olmasında kural olarak bir isabetsizlik yoktur. Öyleyse davacı Hazine’nin bu yöne değinen temyiz itirazları yerinde değildir. Reddine
…
Bununla birlikte, asıl davanın davalılarından Sezai’nin dava tarihinden önce 18.09.1986 tarihinde öldüğü, ölü kişi aleyhine dava açıldığı anlaşılmaktadır.
Hal böyle olunca; asıl davada ölü kişi hakkında yapılan yargılama giderlerinin Hazine üzerinde bırakılması, yapılan uygulama neticesinde dava tarihinde davacı Hazine’nin davasında haklı olduğu gözetilerek, ölü kişi dışındaki asıl davanın ve birleşen davadaki tüm yargılama giderlerinden ve bu giderlerden sayılan avukatlık ücretinden ve maktu harçtan davalı tarafın sorumlu tutulması gerekirken yazılı olduğu üzere hüküm tesisi isabetsizdir…' gerekçesiyle karar bozulmuştur.
11. Karamürsel Asliye Hukuk Mahkemesinin 26.11.2010 tarihli ve 2010/392 E., 2010/563 K. sayılı kararı ile bozma kararına uyularak yapılan yargılama neticesinde; önceki gerekçeye ek olarak yapılan keşif sonucu çekişmeli bölümün kıyı kenar çizgisine göre kıyıda kaldığı ve dava tarihi itibari ile davacının davasında haklı olduğu gerekçesiyle davanın hak düşürücü süre nedeniyle reddine, yargılama giderleri ve avukatlık ücretinden davalıların sorumlu tutulmalarına karar verilmiştir.
12. Mahkemenin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davacı Hazine vekili ve davalılar ... ve müşterekleri vekili tarafından temyiz isteminde bulunmuştur.
13. Yargıtay 1. Hukuk Dairesinin 24.02.2011 tarihli ve 2011/1021 E., 2011/2020 K. sayılı kararı ile;
'…Hükmüne uyulan bozma ilamına uyularak davanın reddine karar verilmiş olmasında bir isabetsizlik yoktur. Davacı hazinenin temyiz itirazları yerinde değildir. Reddine.
Davalıların temyiz itirazlarına gelince; temyiz aşamasında 19.1.2011 tarihinde yürürlüğü giren 6099 Sayılı Yasanın 16. maddesiyle, 3402 Sayılı Kadastro Kanununun 36. maddesine eklenen 36/A maddesinde aynen; 'kadastro işlemi ile oluşan tespit ve kayıtların iptali için Devlet veya diğer kamu kurum ve kuruluşları tarafından kayıt lehtarına karşı kadastro mahkemeleri ile genel mahkemelerde açılan davalarda davalı aleyhine vekalet ücreti dahil, yargılama giderine hükmolunmaz' hükmü derpiş edilmiştir. Aynı yasanın 17. maddesiyle de, davalı tarafın sorumlu tutulmaması süreci uzatılarak infaz edilmemiş karar için de geçerli olduğu hükmü öngörülmüştür. Hemen belirtilmelidir ki, yürürlüğe giren yasa hükmünün geçmişe şamil olarak uygulanması öngörüldüğünde anılan bu husus kazanılmış hakkın istisnasını teşkil eder. Nitekim anılan 6099 Sayılı Yasa'nın eldeki davalara da uygulanması gerektiği gözetildiğinde somut olayda Hazine yararına usuli kazanılmış bir haktan sözetme olanağı yoktur.
Hal böyle olunca; yukarıda değinilen yasal düzenlemeler ve ilkeler gözetilmek suretiyle yargılama masrafları yönünden bir değerlendirme yapılması ve sonucuna göre karar verilmesi için hüküm bozulmalıdır…' gerekçesiyle karar bozulmuştur.
14. Karamürsel Asliye Hukuk Mahkemesinin 23.01.2013 tarihli ve 2011/392 E., 2013/53 K. sayılı kararı ile; bozma kararı sonrasında yapılan yargılama sırasında Hakimler ve Savcılar Kurulunun 15.01.2013 tarihli ve 8 sayılı kararı ile Altınova ilçesinin adli yönden Karamürsel Adliyesi yargı alanından çıkartılarak Yalova Ağır Ceza Mahkemesi yargı alanına bağlandığı gerekçesiyle mahkemenin yetkisizliğine, dosyanın Yalova Asliye Hukuk Mahkemesine gönderilmesine ilişkin yetkisizlik kararı verilmiştir. Karar temyiz edilmeksizin kesinleşmiş, davacı Hazine vekilinin talebi üzerine dosya yetkili Yalova Asliye Hukuk Mahkemesine gönderilmiştir.
15. Yalova 2. Asliye Hukuk Mahkemesinin 21.01.2014 tarihli ve 2013/206 E., 2014/32 K. sayılı kararı ile, bilirkişi raporuna göre, kıyı kenar çizgisinin dava konusu 279 nolu parselden geçebilmesi için denizel oluşumların yüzeyde veya yüzeye yakın mesafede görülmesi gerektiği, yapılan arazi incelemesinde 279 nolu parselde 70-150 cm derinliğinde denizel etki oluşumlara rastlanmadığı, bu hâliyle dava konusu taşınmazın tarımsal arazi vasfı özelliklerini taşıdığı ve kıyı kenar çizgisinin parsel dışında kaldığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.
Özel Daire Bozma Kararı:
16. Mahkemenin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davacı Hazine vekili tarafından temyiz isteminde bulunmuştur.
17. Yargıtay 8. Hukuk Dairesinin 20.01.2015 tarihli ve 2014/25034 E., 2015/1047 K. sayılı kararı ile; '…Mahkemece hükme esas alınan bilirkişi heyet raporu (tarihsiz) hüküm kurmaya elverişli değildir. Zira raporda yedi adet araştırma çukuru açıldığı ve bu çukurlardan alınan verilerin incelendiği, buna göre zeminden dibe doğru 70-150 cm'lik nebati toprak üzerinde uzun yıllar tarımsal faaliyet yapıldığı, denizel veriye rastlanmadığı, bu nedenle de kıyı kenar çizgisinin dava konusu taşınmazdan geçmesinin bilimsel olarak mümkün olmadığı belirtilmiştir. Ancak dava konusu taşınmazın yüzölçümünün büyük olması (20.730 m2) dikkate alındığında gözlem çukurlarının taşınmazın hangi kısmında açıldığının çok önemli olduğu kuşkusuzdur. Ne var ki, gözlem çukurlarının nerede açıldığı harita üzerinde işaretlenmediğinden bu husus denetlenememektedir. Ayrıca keşfen tespit edilen kıyı kenar çizgisi rapor eki olan kroki üzerinde gösterilmemiştir. Bu haliyle bilimsel verilere dayanmayan bilirkişi heyet raporunun denetime elverişli olmadığı ve hükme esas alınamayacağı açıktır.
Bundan ayrı, dosya içerisinde bulunan 01.12.2008 tarihli, 21.04.2009 tarihli ve 16.10.2012 tarihli bilirkişi heyet raporlarıyla hükme esas bilirkişi raporu birbiriyle çelişmekte olup mahkemece bu çelişki giderilmeden hüküm kurulması doğru değildir.
O halde mahkemece yapılacak iş; bilirkişi raporları arasındaki çelişkinin giderilmesi, dava konusu taşınmazda açılan gözlem çukurlarının harita üzerinde işaretlenerek gösterilmesi, keşfen tespit edilen kıyı kenar çizgisi ile Bakanlık tarafından onaylanan kıyı kenar çizgisinin fen bilirkişi tarafından kroki üzerinde gösterilmesi ve anılan eksiklikler giderildikten sonra hasıl olacak sonuca göre bir karar verilmesinden ibarettir' gerekçesiyle karar oy çokluğuyla bozulmuştur.
Direnme Kararı:
18. Yalova 2. Asliye Hukuk Mahkemesinin 31.05.2016 tarihli ve 2016/120 E., 2016/196 K. sayılı kararı ile; önceki gerekçeye ek olarak, davanın esastan reddedilerek kesinleştiği, devam eden yargılamanın sadece harç, yargılama gideri ve vekâlet ücretine yönelik olduğu, yeniden kıyı niteliği incelemesi ve dava açmada haklılık-haksızlık araştırması yapılmasını gerektirecek bir uyuşmazlık mevcut olmadığı, davanın esası yönünden davalılar yararına usulî müktesap hak meydana geldiği gerekçesiyle direnme kararı verilmiştir.
Direnme Kararının Temyizi:
19. Direnme kararı süresi içinde davacı Hazine vekili vekili tarafından temyiz edilmiştir.
II. UYUŞMAZLIK
20. Direnme yolu ile Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; mahkemece Özel Dairenin sadece harç, yargılama gideri ve vekalet ücreti yönünden bozma kararına uyulmak suretiyle verilen kararın, davalı yararına usulî kazanılmış hak oluşturup oluşturmadığı, buradan varılacak sonuca göre Özel Daire bozma kararında belirtildiği şekilde işin esası yönünden inceleme yapılarak bilirkişi raporları arasındaki çelişkinin giderilmesinin gerekip gerekmediği noktasında toplanmaktadır.
III. ÖN SORUN
21. Hukuk Genel Kurulundaki görüşmeler sırasında işin esasına geçilmeden önce, direnme kararının gerekçesinin çelişkili olup olmadığı dolayısıyla 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu'nun (HMK) 297. maddesi hükümleri karşısında usulüne uygun direnme kararı bulunup bulunmadığı hususu ön sorun olarak tartışılıp değerlendirilmiştir.
22. Mahkeme kararlarında nelerin yazılacağı HMK'nın 297. maddesinde belirtilmiştir. Buna göre, hüküm sonucu kısmında gerekçeye ait herhangi bir söz tekrar edilmeksizin isteklerin her biri hakkında verilen hükümler, taraflara yüklenen borç ve tanınan hakların sıra numarası altında açık, şüphe ve tereddüt uyandırmayacak şekilde gösterilmesi gerekir.
23. Kanun’un aradığı anlamda oluşturulacak kısa ve gerekçeli kararların hüküm fıkralarının açık, anlaşılır, çelişkisiz, uygulanabilir olmasının gerekliliği kadar; kararın gerekçesinin de, sonucu ile tam bir uyum içinde, o davaya konu maddi olguların mahkemece nasıl nitelendirildiğini, kurulan hükmün hangi nedenlere ve hukuksal düzenlemelere dayandırıldığını ortaya koyacak; kısaca, maddi olgular ile hüküm arasındaki mantıksal bağlantıyı gösterecek nitelikte olması gerekir.
24. Mahkeme kararlarının taraflar, bazen de ilgili olabilecekleri başka hukukî ihtilaflar yönünden etkili ve bağlayıcı kabul edilebilmeleri, bu kararların yukarıda açıklanan nitelikte bir gerekçeyi içermesiyle ve kısa karar ile gerekçeli karar arasında tereddüde yol açacak çelişkiler taşımaması ile mümkündür.
25. 6217 sayılı Kanun’un 30. maddesi ile eklenen HMK'nın geçici 3. maddesi uyarınca uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu'nun (HUMK) bozma sonrası mahkemece yapılacak işlemleri düzenleyen 429. maddesinin 2. fıkrasında, “…Mahkeme, temyiz edenden 434. madde uyarınca peşin alınmış olan gideri kullanmak suretiyle, kendiliğinden tarafları duruşmaya davet edip dinledikten sonra, Yargıtayın bozma kararına uyulup uyulmayacağına karar verir” yönünde düzenleme bulunmaktadır.
26. Bu açık düzenleme karşısında, mahkemece bozma kararı üzerine kendiliğinden tarafları duruşmaya davet eden mahkeme tarafları dinledikten sonra Yargıtay bozma kararına uyulup uyulmayacağına karar verir. Mahkeme bozma kararına uyduktan sonra bu karardan dönemeyeceği gibi direnme kararı verdikten sonra da ilk karardan farklı bir karar vermesi de mümkün değildir. Gerekçe genişletilebilir ise de verilen hükmün ilk karardan farklı olmaması gerekir. Başka bir deyişle direnme kararının varlığından söz edilebilmesi için, mahkeme bozmadan esinlenerek yeni herhangi bir delil toplamadan önceki deliller çerçevesinde karar vermeli; gerekçesini önceki kararına göre genişletebilirse de kararı değiştirmemelidir.
27. Somut olayda, direnme kararı öncesinde verilen kararda; taşınmazın arazi vasfı taşıdığı ve kıyı kenar çizgisinin dışında kaldığı gerekçesiyle davanın reddine karar verildiği, davacı Hazine vekilinin temyizi üzerine kararın Özel Dairece bozulmasından sonra, bu kez mahkemece önceki gerekçeye ek olarak 'Mahkememizin 2016/120 esasına kaydı yapılan iş bu davanın yapılan yargılamasında Karamürsel Asliye Hukuk Mahkemesinin 03/03/2010 tarih ve 2007/87 esas, 2010/103 karar sayılı ilamı ile davacının bu dosya ve birleşen dosyada açmış olduğu davaların reddine karar verildiği, kararın temyiz edilmesi üzerine Yargıtay 1. Hukuk Dairesi Başkanlığının 21/06/2010 tarih ve 2010/6506 esas, 2010/7264 karar sayılı bozma ilamı ile mahkemece 14/03/2009 tarihinde yürürlüğe giren 5841 sayılı yasa hükümleri uyarınca kadastro tespitinin kesinleşmesi ile dava tarihi arasında 3402 sayılı yasanın 12/3. maddesinde öngörülen hak düşücü sürenin geçtiği gerekçesi ile davanın reddine karar verilmiş olmasında kural olarak bir isabetsizlik bulunmadığı öyleyse davacı hazinenin bu yöne değinen temyiz itirazlarının yerinde olmadığı belirtilerek hazinenin temyiz talebinin reddine karar verildiği Karamürsel Asliye Hukuk Mahkemesince Yargıtay bozma ilamına uyulduğu, verilen 26/11/2013 tarihli karar ile davalı tarafın harç, yargılama gideri ve vekalet ücreti ile sorumlu tutulmasına karar verildiği, bu hükmün de her iki taraf vekili tarafından temyizi üzerine Yargıtay 1. Hukuk Dairesinin 24/02/2011 tarihli ilamı ile bu ikinci hükmünde sonradan 19/01/2011 tarihinde yürürlüğe giren hazinenin açtığı tapu iptali ve tescil davalarında yargılama giderlerinden sorumlu düzenleyen 3402 sayılı Kadastro Kanununun 36/a maddesindeki hükmün gözetilerek harç, yargılama giderleri ve vekelat ücretinden sorumluluğa karar verilmesi gerektiği gerekçesi ile bozulduğu, mahkememizce bu son bozma ilamına uyularak 3402 sayılı Kanunun 36/a maddesi gözetilerek davacı Maliye Hazinesinin yaptığı yargılama giderlerinin üzerinde bırakılmasına, davalı yararına vekalet ücreti verilmesine karar verildiği, bu itibarla dava esastan red edilerek kesinleştiği, devam eden yargılamanın sadece harç, yargılama gideri ve vekalet ücretine yönelik olduğu, yeniden kıyı niteliği incelemesi ve dava açmada haklılık-haksızlık araştırması yapılmasını gerektirecek bir uyuşmazlık mevcut olmadığı, davanın esası yönünden davalılar yararına usulü müktesap hak dolmuş olması davanın esasının kesinleştiği, yargılamanın sadece harç, yargılama gideri ve vekalet ücretine yönelik olduğu, davanın esası yönünden davalılar yararına usulsü müktesep hak oluştuğu' gerekçesine de yer verilerek direnme kararı verildiği görülmüştür.
28. Dosyanın geçirdiği aşamalar göz önünde bulundurulduğunda; mahkemece daha önce verilmiş olan kararlara atıf yapılarak direnme kararındaki gerekçenin genişletildiği, bu durumun çelişki oluşturmadığı, bu nedenle ön sorun bulunmadığı oy çokluğuyla ile kabul edilerek işin esasının görüşülmesine geçilmiştir.
IV. GEREKÇE
29. 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası (Anayasa)’nın “Kıyıdan yararlanma” başlıklı 43. maddesi;
“Kıyılar, Devletin hüküm ve tasarrufu altındadır.
Deniz, göl ve akarsu kıyılarıyla, deniz ve göllerin kıyılarını çevreleyen sahil şeritlerinden yararlanmada öncelikle kamu yararı gözetilir.
Kıyılarla sahil şeritlerinin, kullanılış amaçlarına göre derinliği ve kişilerin bu yerlerden yararlanma imkan ve şartları kanunla düzenlenir” şeklindedir.
30. 3621 sayılı Kıyı Kanun’un “Tanımlar” başlıklı 4. maddesinin ilgili kısmında;
“…Kıyı Kenar çizgisi: Deniz, tabii ve suni göl ve akarsularda, kıyı çizgisinden sonraki kara yönünde su hareketlerinin oluşturulduğu kumluk, çakıllık, kayalık, taşlık, sazlık, bataklık ve benzeri alanların doğal sınırını,
Kıyı: Kıyı çizgisi ile kıyı kenar çizgisi arasındaki alanı…” ifade edeceği,
Aynı Kanun’un “Genel esaslar” başlıklı 5. maddesinin ilgili kısmında;
“…Kıyılar, Devletin hüküm ve tasarrufu altındadır. Kıyılar, herkesin eşit ve serbest olarak yararlanmasına açıktır,
Kıyı ve sahil şeritlerinden yararlanmada öncelikle kamu yararı gözetilir.
Kıyıda ve sahil şeridinde planlama ve uygulama yapılabilmesi için kıyı kenar çizgisinin tespiti zorunludur…” şeklinde düzenleme bulunmaktadır.
31. 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun “Kadastro tutanaklarının kesinleşmesi ve hak düşürücü süre” başlıklı 12. maddesinin 3. fıkrasındaki düzenleme 'Bu tutanaklarda belirtilen haklara, sınırlandırma ve tespitlere ait tutanakların kesinleştiği tarihten itibaren on yıl geçtikten sonra, kadastrodan önceki hukuki sebeplere dayanarak itiraz olunamaz ve dava açılamaz' şeklinde iken, 25.02.2009 tarihinde kabul edilen 5841 sayılı Çeşitli Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un 2. maddesi ile 3402 sayılı Kanun'un 12. maddesinin 3. fıkrasına 'Bu hüküm, iddia ve taşınmazın niteliğine yahut Devlet veya diğer kamu tüzel kişileri dahil, tarafların sıfatına bakılmaksızın uygulanır ' cümlesi eklenmiş ve yine aynı Kanun'un 3. maddesi ile 3402 sayılı Kanun'a eklenen geçici 10. madde ile 'Bu Kanunun 12 nci maddesinin üçüncü fıkrası hükmü, Devletin hüküm ve tasarrufu altında olduğu iddiası ile yürürlük tarihinden önce açılmış ve henüz kesin hükme bağlanmamış olan davalarda dahi uygulanır ' düzenlemesi getirilmiştir.
32. Bilindiği üzere, 5841 sayılı Kanun’un 2. maddesi ile 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 12. maddesinin 3. fıkrasına eklenen cümle ve 3. maddesi ile eklenen geçici 10. maddesindeki hükmün iptali için Anayasa Mahkemesine başvurulmuş ve Anayasa Mahkemesince 12.05.2011 tarihli ve 2009/31 E, 2011/77 K sayılı karar ile anılan hükümlerin iptaline karar verilmiştir.
33. Anayasa Mahkemesinin 12.05.2011 tarihli ve 2009/31 E., 2011/77 K. sayılı kararında; iptale konu kuralların uygulanması hâlinde kıyı ya da orman niteliğinde olduğu belirlenen alanlar kadastro işlemleri sırasında özel mülk olarak tespiti yapılmış ve kadastro işlemlerinin kesinleşmesinden itibaren on yıldan daha fazla bir süre geçmiş ise bu alanlara ilişkin olarak kamu idaresi tarafından tapu iptali davası açılma olanağının ortadan kalkacağı, böylece kıyı ya da orman alanına dâhil olan bir taşınmaz üzerinde özel mülkiyetin mümkün hâle geleceği, Anayasa'nın 43 ve 169. maddelerinde temel bir değer olarak çevrenin korunması ve herkesin çevreden eşit şekilde yararlanması hakkını güvence altına almak amacıyla kıyıların ve ormanların devletin hüküm ve tasarrufu altında olduğu belirtilerek bu alanlarda özel mülkiyetin yasaklandığı, bu nedenle belli bir sürenin geçmesiyle söz konusu alanlarda özel mülkiyet edinilmesinin olanaklı olmadığı belirtilerek anılan hükümlerin Anayasa'nın 43 ve 169. maddelerine aykırı olduğu gerekçesiyle iptaline karar verilmiştir.
34. Anayasa'nın 153. maddesi uyarınca, Anayasa Mahkemesinin iptal kararları gerekçesi yazılmadan açıklanamamakta ve ancak Resmî Gazete'de yayımlandıktan sonra yürürlüğe girmektedir. Anayasa Mahkemesinin iptal kararlarının yasama, yürütme ve yargı organları, idari makamlar, gerçek ve tüzel kişileri bağlayacağı açıktır. Diğer taraftan, HMK'nın 33. maddesinde “Hâkim, Türk hukukunu re'sen uygular” şeklinde ifadesini bulan yasal ilke gözetildiğinde; Anayasa Mahkemesinin iptal kararlarının kesin hüküm hâlini almamış derdest dosyalar yönünden uygulanmasının zorunluluğu ortadadır.
35. Bu durumda öncelikle üzerinde durulması gereken husus, yerel mahkeme kararının Yargıtay Özel Dairesince sadece, harç, yargılama gideri ve vekalet ücretine yönelik bozulmasından sonra, bozma kararının kapsamı dışında kalan kısımların dayanağını oluşturan yasal düzenlemelerin Anayasa Mahkemesinin iptal kararına konu olması üzerine bozma kararına uyulmakla usule ilişkin kazanılmış haktan bahsedilip bahsedilemeyeceği meselesidir.
36. Konuya açıklık getirmek için öncelikle usulî kazanılmış hak kavramı üzerinde durulmasında yarar vardır.
37. “Usuli kazanılmış hak” kavramı, davaların uzamasını önlemek, hukukî alanda istikrar sağlamak ve kararlara karşı genel güvenin sarsılmasını önlemek amacıyla Yargıtay uygulamaları ile geliştirilmiş, öğretide kabul görmüş ve usul hukukunun vazgeçilmez, ana ilkelerinden biri hâline gelmiştir. Anlam itibariyle, bir davada, mahkemenin ya da tarafların yapmış olduğu bir usul işlemi ile taraflardan biri lehine doğmuş ve kendisine uyulması zorunlu olan hakkı ifade etmektedir.
38. Mahkemenin, Yargıtayın bozma kararına uyması ile bozma kararı lehine olan taraf yararına bir usulî kazanılmış hak doğabileceği gibi, bazı konuların bozma kararı kapsamı dışında kalması yolu ile de usulî kazanılmış hak gerçekleşebilir. Ne var ki, davadaki taleplerden biri hakkındaki Yargıtay'ın bozma kararının kapsamı dışında kalması (kısmi onama) ile kesinleşmesi nedeniyle doğan usulî kazanılmış hakkı, maddi anlamda kesin hüküm (HMK m. 237) ile karıştırmamak gerekir. Maddi anlamda kesin hükümde, mahkeme (ve Yargıtay) davadan elini tamamen çekmiş (dava bitmiş, kesin biçimde sonuçlanmış) durumdadır. Oysa, davadaki taleplerden biri hakkındaki kararın bozma kararının kapsamı dışında kalması nedeniyle kesinleşmesi hâlinde, mahkeme davadan elini henüz çekmiş durumda değildir. Çünkü, mahkeme hakkındaki karar bozulan taleple ilgili olarak davaya devam etmektedir. Bu davada hakkındaki karar kesinleşmiş olan taleple ilgili olarak (maddi anlamda kesin hüküm nedeniyle değil) usulî kazanılmış hak nedeniyle inceleme yapılamamaktadır. Ancak usulî kazanılmış hakkın istisnalarından birinin varlığı hâlinde, hakkındaki karar bozmanın kapsamı dışında kalması nedeniyle kesinleşmiş olan talep hakkında da mahkemece inceleme yapılabilir ve yeni bir karar verilebilir (Kuru, Baki: Hukuk Muhakemeleri Usulü, 6. Baskı, İstanbul 2001, Cilt 5, s. 4770).
39. Yargıtay içtihatları ile kabul edilen “usulî kazanılmış hak” olgusunun, birçok hukuk kuralında olduğu gibi yine Yargıtay içtihatları ile geliştirilmiş istisnaları bulunmaktadır. Mahkemenin bozmaya uymasından sonra yeni bir içtihadı birleştirme kararı ya da geçmişe etkili bir yeni kanun çıkması karşısında, Yargıtay bozma ilamına uyulmuş olmakla oluşan usulî kazanılmış hak hukukça değer taşımayacaktır. Benzer şekilde; uygulanması gereken bir kanun hükmü, hüküm kesinleşmeden önce Anayasa Mahkemesince iptaline karar verilirse, usulî kazanılmış hakka göre değil, Anayasa Mahkemesinin iptal kararından sonra oluşan yeni duruma göre karar verilebilecektir. Bu husus 28.06.1960 tarihli ve 21/9 sayılı Yargıtay İçtihatları Birleştirme Kararı (YİBK)'nda da “...Sonradan çıkan içtihadı birleştirme kararının, temyiz mahkemesinin bozma kararına uyulmakla meydana gelen usule ait müktesep hak esasının istisnası olarak, henüz mahkemede veya temyiz mahkemesinde bulunan işlere tatbiki gereklidir...” şeklinde ifade edilmiştir. Anayasa Mahkemesi iptal kararlarında da aynı ilke geçerlidir. Zira Anayasa Mahkemesinin iptal kararları usulî kazanılmış hakların istisnasını teşkil ederler (Hukuk Genel Kurulunun 23.01.2013 tarihli 2012/1-692 E., 2013/138 K. sayılı ve 11.02.2020 tarihli 2017/8-1881 E., 2020/127 K. sayılı kararları).
40. Anayasa Mahkemesi de usulî kazanılmış hak kavramına ilişkin olarak, Yargıtay içtihadının kararlı ve yerleşik bir biçimde uygulandığını, bu içtihadın öngörülebilir, belirli ve ulaşılabilir olduğunda kuşku bulunmadığını, dolayısıyla bozma kararı sebebiyle nihai anlamda sonuçlanmış bir karardan söz edilemeyeceğine göre sonradan Anayasa Mahkemesinin iptal kararı gözetilerek karar verilmesinin hukukî belirlilik ilkesi yönünden sorun teşkil etmediğini belirtmiştir (Halil Kadri Buldanlıoğlu ve Necip Buldanlıoğlu, B. No: 2015/10533, 4.4.2018, § 56-63).
41. Yapılan açıklamalar ışığı altında somut olayın incelenmesine gelince; davacı Hazine tarafından çekişmeli taşınmazın kıyıda kaldığı ileri sürülerek eldeki davanın açıldığı, yargılama sırasında 25.02.2009 tarihinde kabul edilen 5841 sayılı Kanun ile değişik 3402 sayılı Kadastro Kanunu’nun 12/3. maddesindeki; “...Bu tutanaklarda belirtilen haklara, sınırlandırma ve tespitlere ait tutanakların kesinleştiği tarihten itibaren on yıl geçtikten sonra, kadastrodan önceki hukuki sebeplere dayanarak itiraz olunamaz ve dava açılamaz. Bu hüküm, iddia ve taşınmazın niteliğine yahut Devlet veya diğer kamu tüzel kişileri dâhil, tarafların sıfatına bakılmaksızın uygulanır” hükmünün getirilmesi üzerine davanın hak düşürücü süre nedeniyle reddine karar verildiği, kararın Özel Dairece 21.06.2010 tarihinde yapılan temyiz incelemesi sonucu harç, vekalet ücreti ve yargılama gideri yönünden bozulduğu, mahkemece bozma kararına uyularak yapılan yargılama sonunda verilen kararın temyizi üzerine bu kez Özel Dairece 24.02.2011 tarihli kararı ile, temyiz aşamasında yürürlüğe giren 3402 sayılı Kanun'un 36/A maddesinin eldeki davaya uygulanması gerektiği gerekçesi ile bozulduğu; mahkemece bozmaya uyularak yapılan yargılama sonunda dava konusu taşınmazın tarımsal arazi vasfı taşıdığı ve kıyı kenar çizgisinin dava konusu parsel dışında kaldığı gerekçesiyle davanın reddine karar verildiği, bu kararın da temyizi üzerine Özel Dairece; mahkemece alınan bilirkişi raporlarının hüküm vermeye elverişli olmadığı gerekçesiyle bozulması üzerine mahkemece; önceki gerekçeye ek olarak, davanın esastan ret edilerek kesinleştiği, devam eden yargılamanın sadece harç, yargılama gideri ve vekalet ücretine yönelik olduğu, yeniden kıyı niteliği incelemesi ve dava açmada haklılık-haksızlık araştırması yapılmasını gerektirecek bir uyuşmazlık mevcut olmadığı, davanın esası yönünden davalılar yararına usulî müktesap hak oluştuğu gerekçesiyle direnme kararı verildiği anlaşılmıştır.
42. Her ne kadar mahkemenin davanın hak düşürücü süre nedeniyle reddine ilişkin kararları Özel Dairenin 21.06.2010 ve 24.02.2011 tarihli bozma kararları kapsamı dışında kalmış ise de, hak düşürücü sürenin dayanağını oluşturan yasal düzenleme eldeki dava sonuçlanıp kesinleşmeden Anayasa Mahkemesince iptal edildiğine göre, iptal kararı sonucu oluşan durumun 28.06.1960 tarihli ve 21/9 sayılı YİBK’da da belirtildiği üzere maddi anlamda kesinleşmemiş ve derdest olan eldeki davaya da uygulanması zorunlu olup davalılar yararına oluşmuş usulî kazanılmış haktan bahsedilmesi mümkün değildir. O hâlde mahkemece, tarafların iddia ve savunmaları doğrultusunda işin esası hakkında gerekli araştırma ve inceleme yapılmak suretiyle uyuşmazlığın çözüme kavuşturulması gereklidir.
43. Bilindiği üzere, 362l sayılı Kıyı Kanunu'nun 'kıyı kenar çizgisini' belirleme yöntemine ilişkin 5 ve 9. maddelerinin uygulanmasına yorum getiren ve görülmekte olan davalarda dikkate alınması zorunlu bulunan 28.11.1997 tarihli ve 5/3 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararında 'Kural olarak, mülkiyet hukuku yönünden kıyı kenar çizgisi belirlenmesi görevinin idari yargıya ait olduğuna; ancak 3621 sayılı Kıyı Kanunu'nun 9. maddesi uyarınca idare tarafından kıyı kenar çizgisi belirlenmiş ve yazılı bildirime rağmen yasal süresinde idari yargıya başvurulmaması nedeniyle yargı yolunun kapanmış olması veya idare tarafından verilip kesinleşmiş karar bulunması durumlarında, bunlara uygun şekilde kıyı kenar çizgisinin adli yargı tarafından saptanması gerektiğine' işaret edilmiştir. 3621 sayılı Kanun'un 5 ve 9. maddelerine göre de kıyı kenar çizgisinin belirlenmesi zorunludur. Uzman bilirkişilerin, Kanun'un ve İçtihadı Birleştirme Kararlarının emredici hükümleri dışında, hiçbir bilimsel incelemeye, araştırmaya ve verilere dayanmaksızın belirlenen kıyı kenar çizgisine itibar etmek doğru değildir. Değinilen İçtihadı Birleştirme Kararı kapsamı ve 3621 sayılı Kanun'un 5 ve 9. maddelerinde öngörüldüğü biçimde üç jeolog ya da jeoloji mühendisinden oluşturulacak uzman bilirkişi kurulu ve tapu fen memuru aracılığıyla yerinde keşif yapılması, 28.11.1997 tarihli ve 5/3 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı doğrultusunda bilimsel verilerden de yararlanılarak kıyı kenar çizgisinin belirlenmesi zorunludur.
44. Somut olayda; ilgililere bizzat bildirim yapılmadığı için bağlayıcılık niteliği taşımayan kıyı- kenar çizgisi karşısında 28.11.1997 tarihli ve 5/3 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararında ve 3621 sayılı Kanun'un 9. maddesinde öngörüldüğü şekilde oluşturulacak bilirkişi heyeti vasıtası ile kıyı kenar çizgisinin belirlenmesi gerekmiş olup, mahkemece ilk olarak 18.09.2008 tarihinde akademik ünvanlı jeoloji mühendisleri ve harita mühendisinden oluşan bilirkişi kurulu heyeti ile birlikte keşif icra edilerek keşfen kıyı kenar çizgisinin belirlendiği, bilirkişi kurulu tarafından sunulan 01.12.2008 havale tarihli ve yine aynı tarihli fen bilirkişi raporunda dava konusu taşınmazın krokide (A) harfi ile gösterilen 18.637,35 m2'lik kısmının yeni belirlenen kıyı kenar çizgisi içinde kaldığının belirtildiği, mahkemece 07.09.2012 tarihinde yeniden yapılan keşif sonucunda jeoloji, harita ve ziraat bilirkişiler tarafından düzenlenen 16.10.2012 tarihli bilirkişi kurulu raporunda ise, 4 adet araştırma çukurunun açıldığı ve bu kısımlarda denizel plaj çökellerine rastlanılmadığı belirtilerek dosyada mevcut kıyı kenar çizgisi olarak adlandırılan kıyı kenar çizgisi ile uyumlu olmayan yeni kıyı kenar çizgisinin belirlendiği, mahkemece 24.10.2013 tarihinde bir kez daha keşif yapıldığı, yapılan keşif sonucunda düzenlenen ve hükme esas alınan tarihsiz (Uyap sisteminde kayıt tarihi 20.11.2013) jeoloji, fen ve ziraat bilirkişi kurulu tarafından düzenlenen bilirkişi raporunda da, 7 adet araştırma çukuru açıldığı, arazi incelemesinde denizel etki oluşumuna rastlanmadığı ve taşınmazın kıyı kenar çizgisi dışında kaldığının belirtildiği görülmüştür.
45. Mahkemece hükme esas alınan bilirkişi raporunda 7 adet araştırma çukuru açıldığı belirtilmiş ise de, dava konusu taşınmazın yüzölçümünün büyük olması (20.730 m2) dikkate alındığında gözlem çukurlarının taşınmazın hangi kısmında açıldığının önem arz ettiği, ne var ki gözlem çukurlarının nerede açıldığı harita üzerinde işaretlenmediğinden bu hususun denetlenemediği, ayrıca keşfen tespit edilen kıyı kenar çizgisinin rapor eki olan kroki üzerinde gösterilmediği, bu hâliyle bilimsel verilere dayanmayan bilirkişi heyet raporunun denetime elverişli olmadığı ve hükme esas alınamayacağı açıktır. Diğer taraftan, dosya içerisinde bulunan 01.12.2008 tarihli ve 16.10.2012 tarihli bilirkişi heyet raporlarıyla hükme esas bilirkişi heyet raporunun birbiriyle çelişkili olduğu anlaşıldığından mahkemece bu çelişki giderilmeden hüküm kurulması da doğru görülmemiştir.
46. O hâlde; mahkemece yukarıda belirtilen eksiklikler gözetilmek suretiyle 28.11.1997 tarihli ve 5/3 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararında ve 3621 sayılı Kanun'un 9. maddesinde öngörüldüğü şekilde oluşturulacak bilirkişi heyeti vasıtası ile yeniden yapılacak keşif neticesinde kıyı kenar çizgisinin belirlenmesi, dava konusu taşınmazda açılan gözlem çukurlarının harita üzerinde işaretlenerek gösterilmesi, keşfen tespit edilen kıyı kenar çizgisi ile Bakanlık tarafından onaylanan kıyı kenar çizgisinin fen bilirkişi tarafından kroki üzerinde gösterilmesi, dosya kapsamında mevcut bilirkişi raporları arasındaki çelişkinin bilimsel gerekçeler gösterilmek suretiyle açıklığa kavuşturulması ayrıca keşfi izlemeye ve infaza olanak sağlayacak biçimde fen bilirkişisine kroki düzenlettirilmesi, kıyı kenar çizgisi içerisinde kalan kısım var ise kroki üzerinde işaretlenmesi ve renkli olarak belirtilmesi , ondan sonra hasıl olacak sonuca göre karar verilmesi gereklidir.
47. Hâl böyle olunca direnme kararının Özel Daire bozma kararında belirtilen nedenler yanında yukarıda açıklanan genişletilmiş gerekçe ve nedenlerden dolayı bozulmasına karar verilmesi gerekmiştir.
V. SONUÇ:
Açıklanan nedenlerle;
Davacı Hazine vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının yukarıda açıklanan genişletilmiş gerekçe ve nedenlerden dolayı 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun Geçici 3. maddesi uyarınca uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA,
Aynı Kanun’un 440. maddesi gereğince kararın tebliğinden itibaren on beş gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 09.11.2021 tarihinde oy birliği ile karar verildi.
KARŞI OY
Mahkemece direnme kararı öncesinde verilen kararda; taşınmazın arazi vasfı taşıdığı ve kıyı kenar çizgisinin dışında kaldığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiş, anılan kararın Özel Dairece, alınan bilirkişi raporlarının hüküm vermeye elverişli olmadığına işaret edilerek bozulması üzerine bu defa mahkemece davanın esasının kesinleştiği, yargılamanın sadece harç, yargılama gideri ve vekalet ücretine yönelik olduğu, davanın esası yönünden davalılar yararına usulî müktesep hak oluştuğu gerekçesi yanında davanın esasına yönelik olarak da önceki gerekçe ile direnme kararı verilmesi karşısında yeni ve farklı bir olguya dayalı olarak verilmiş yeni hüküm bulunup bulunmadığı ve buradan hareketle temyiz incelemesinin özel dairece mi yapılması gerektiği ön sorun olarak tartışılmıştır.
Mahkeme ilk kararında keşif de yaparak delilleri toplayıp esastan bir incelemeyle karar vermiş iken yeniden keşif yapılmasına da değinen ve eksik inceleme bulunduğunu belirten bozma kararına direnmiştir.
Direnme kararının gerekçesinde aşamalardan da söz edildikten sonra açıkça; davanın esastan red edilerek kesinleştiği, devam eden yargılamanın sadece harç, yargılama gideri ve vekalet ücretine yönelik olduğu, yeniden kıyı niteliği incelemesi ve dava açmada haklılık-haksızlık araştırması yapılmasını gerektirecek bir uyuşmazlık mevcut olmadığı, davanın esası yönünden davalılar yararına usulü müktesap hak doğmuş olması nedeniyle Yargıtay 8. Hukuk Dairesinin 20/01/2015 tarihinde 2014/25034 Esas 2015/1047 Karar sayılı bozma ilamına uyulmadığı belirtilmiştir.
Mahkeme son kararında bu direnme gerekçesi yanında delilleri değerlendirip esastan incelemeye dayalı ve davanın reddi sonucu içeren önceki gerekçeye de aynen yer vermiş ise de mahkemenin asıl gerekçesi öncekinden tamamen farklı bir biçimde davanın esasının önceki aşamalarda kesinleştiği yönündedir. Bu durumda önceki red gerekçesinin de direnme gerekçesi olarak yer alması kararda ikincil (tali) bir gerekçe niteliğini taşımaktadır. Böyle bir gerekçe asıl gerekçe olmayıp; “böyle olmadığı kabul edilse bile,” bir an için aksi düşünülse bile,” “kaldı ki” gibi ifadelerle başlanılarak yazılabilecek bir gerekçe olup kararın asıl gerekçesinin de bu olduğu kabul edilemez. Zira mahkeme kararı sonuçta kesin bir yargıyı ifade edecek olup birbiriyle çelişen farklı gerekçelerle uyuşmazlığın çözümlenip karara bağlanabileceği düşünülemez.
Mahkemece, kesinleşme ve usulî kazanılmış hak oluşma konusu olarak belirttiği husus, davanın hak düşürücü süre içinde açılmamış olmasına dayalı bir red kararı olduğu için direnme kararının ilk ve asıl gerekçesi de dava şartı sayılan hak düşürücü süreye ilişkin olarak, usule ilişkin bir nedenle verilen red kararıdır. Taşınmazın kıyı kenar çizgisi içinde kalmadığı nedenine dayalı red kararı ise esasa dayalı bir red kararıdır. Mahkeme hak dürücü süreye dayalı bir karar vermiş iken ayrıca işin esasına girerek esastan bir karar vermesi mümkün olmadığına göre direnme kararında yer alan ve birbiriyle bağdaşmayan iki ayrı gerekçe bulunması karşısında kararın asıl gerekçesinin usule ilişkin nedenle verilen red gerekçesi olmalıdır. Zira mahkemenin hem esastan hem de usulden red kararı vermesi mümkün değildir.
Belirtilen nedenlerle mahkemece verilen direnme kararı yeni bir gerekçeye dayalı yeni hüküm niteliğinde olduğundan ön sorun bulunduğu kabul edilerek temyiz incelemesi yapılmak üzere dosyanın özel daireye gönderilmesi gerektiği görüşünde olduğumdan ön sorun bulunmadığı yönünde oluşan değerli çoğunluk görüşüne katılamıyorum.