1. Hukuk Dairesi 2013/14259 E. , 2014/17315 K.
MAHKEMESİ : BODRUM 2. ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ
TARİHİ : 21/12/2012
NUMARASI : 2010/455-2012/621
Taraflar arasında görülen tapu iptali, tescil davası sonunda, yerel mahkemece davanın, kabulüne ilişkin olarak verilen karar davalı vekili ve katılma yoluyla davacılar vekili tarafından yasal süre içerisinde duruşma istekli temyiz edilmiş olmakla, duruşma günü olarak saptanan 11.11.2014 Salı günü için yapılan tebligat üzerine temyiz eden davalı A.. A.. ve vekili Avukat A.. P..P.. ile temyiz edilenler vekili Avukat K.. A.. geldiler, duruşmaya başlandı, süresinde verildiği ve kayıt olunduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra gelen vekillerin sözlü açıklamaları dinlendi, duruşmanın bittiği bildirildi, iş karara bırakıldı. Bilahare Tetkik Hakimi tarafından düzenlenen rapor okundu, düşüncesi alındı. Dosya incelenerek gereği görüşülüp düşünüldü:
-KARAR-
Dava; Sahtecilik, vekâlet görevinin kötüye kullanılması, hata ve hile hukuksal nedenlerine dayalı tapu iptali ve tescil isteğine ilişkindir.
Davacılar, Almanya'da doğup büyüdüklerini, annelerinin Alman vatandaşı olduğunu, 26.07.2007 tarihinde ölen miras bırakan babaları M.. K.. A..'ın ikinci eşi olan davalının konsolosluk memuru olan dava dışı E.. U.. ile el ve işbirliği içerisinde hareket ederek, muristen kalan taşınmazlarla ilgili sahte olarak düzenlettirdiği ekspertiz raporunu göstermek suretiyle hata ve hileye düşürerek miras paylaşımı yapılması ve bu görevin Erhan'a verilmesi konusunda kendilerini ikna ettiklerini, yine terekede bulunan taşınmazlardan değerli olanlar konusunda yanıltıcı ve aldatıcı beyanlarda bulunduklarını, bu doğrultuda E.. U.. tarafından düzenlenen ve imzaladıkları belgelerin kullanılarak adlarına çıkartılan ve bir kısmı sahte olan vekâletnamelerle miras bırakandan intikal eden 164 ada 8 parsel sayılı, 184 ada 8 parsel sayılı, 6555 ve 6454 parsel sayılı taşınmazlar ile İstanbul Kadıköy'de bulunan kat mülkiyeti kurulu 275 ada 57 parseldeki 25 nolu daire ile ilgili devirler yapıldığını, murisin banka şubelerinde bulunan paralarının da çekildiğini ileri sürerek, sözkonusu taşınmazların tapu kayıtlarının iptali ile payları oranında adlarına tesciline, ayrıca davalı adına olan tüm banka hesaplarının tespiti ile miras payları oranında tahsiline karar verilmesini istemişlerdir.
Davalı ise, iddiaların doğru olmadığını, 1 yıllık zamanaşımı süresinin geçtiğini, davacıların, Erhan Uçaner'i kendi rızaları ile vekil tayin ettiklerini, sözleşmenin Almanca olarak imzalandığını, taksimden sonra davacı İlkay'ın isabet eden taşınmazı sattığını, sahte vekaletname düzenlendiği iddialarının da doğru olmadığını belirterek, davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece, davalının, dava dışı E.. U.. isimli kişi ile birlikte hareket ederek davacıları hileye düşürdüğü, konsolosluk görevlisi olan E.. U..'in yasal olarak vekâletname düzenleme yetkisi bulunmadığı halde davacı ve davalıya ait vekâletnameler düzenleyerek işlemler yaptığı, sözkonusu vekâletnamelerin hukuken geçersiz olduğu, yapılan tapudaki devir işlemlerinin de yolsuz olduğu, öte yandan vekâlet görevinin de kötüye kullanıldığı gerekçesi ile davanın kabulüne karar verilmiştir.
Hemen belirtmek gerekir ki; hangi yargılama usulü uygulanırsa uygulansın tarafların yargılamada sözlü olarak görüş ve değerlendirmelerini ifade etmeleri özel bir önem taşımaktadır. Yazılı Yargılama usulünde de tarafların hükümden önce son kez mahkeme huzurunda sözlü değerlendirme yapıp, açıklamada bulunmaları, doğru bir karar verilmesi bakımından önemlidir.
Bu ilkeler, 1086 Sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu'nun (HUMK) 376 ve 377. maddesi ile 6100 Sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu'nun (HMK) 184. ve 186. maddelerinde yapılan düzenlemelerle hüküm altına alınmıştır.
HMK'nin 184/2. maddesinde açıkça; mahkemenin tarafların tahkikatın tümü hakkındaki açıklamalarından sonra, tahkikatı gerektiren bir husus kalmadığını görürse, tahkikatın bittiğini, taraflara tefhim edeceği, yine aynı Kanunun 186. maddesi hükmü ile de; mahkemenin tahkikatın bitiminden sonra sözlü yargılama ve hüküm için tayin olacak gün ve saatte mahkemede hazır bulunmalarını sağlamak amacıyla iki tarafı davet edeceği, taraflara çıkartılacak davetiyede, belirlenen gün ve saatte mahkeme de hazır bulunmadıkları takdirde yokluklarında hüküm verileceği hususunu bildireceği, mahkemenin sözlü yargılamada tarafların son sözlerini sorarak hükmünü vereceği düzenlenmiş olup, anılan düzenlemeler emredici niteliktedir.
Yukarıda belirtilen ilkeler doğrultusunda somut olay değerlendirildiğinde; davalı vekilinin bir başka mahkemede duruşmasının bulunduğunu gerekçe göstererek son celseye mazeret dilekçesi gönderdiği halde, mahkemece mazereti hakkında olumlu veya olumsuz bir karar verilmediği gibi, HMK'nin 186/1. maddesi hükmü gereğince işlem yapılmadan sonuca gidilmiş olması doğru değildir.
İşin esasına yönelik temyiz itirazlarına gelince;
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 11.4.1990 günlü ve 1990/1–152, 1990/236 sayılı kararında vurgulandığı gibi, davada dayanılan maddi olaylar bakımından birkaç hukuki nedenin bir arada gösterilmesinde ilke olarak usul ve yasaya aykırı bir yön yoktur. Hukuki sebeplerden bir tanesinin diğer hukuki sebebin incelenmesine olanak verir niteliği bulunduğu sürece önem ve lüzum derecesine göre birden fazla hukuki sebep aynı davada inceleme ve araştırma konusu yapılabilir.
Dayanılan hukuki nedenlerden birinin sahtecilik olması halinde kamu düzeni ile ilgisinin bulunması ve öteki nedenlerin incelenmesi gereğinin ortadan kalkması bakımlarından ilk önce bu neden üzerinde durulması gerektiği kuşkusuzdur.
Dava dilekçesi içeriği ve iddianın ileri sürülüş biçimine göre; eldeki davada sahtecilik, vekâlet görevinin kötüye kullanılması, hata ve hile hukuksal nedenlerine dayanıldığı anlaşılmaktadır.
Hemen belirtmek gerekir ki; tapu sicilinin tutulmasının bir takım prensipleri bulunduğu sabittir. Bunlardan ilki tescil, ikincisi tapu sicilinin aleniliği ve güvenilirliği, bir diğeri Hazinenin hukuki sorumluluğu, sonuncusu ise geçerli bir hukuki sebebin bulunması, başka bir deyişle sicilin illetten mücerret olmamasıdır.
Somut olayda, çekişme konusu taşınmazların devrine dayanak kök vekâletnamelerin sahte olduğu iddia edildiğine göre, bunun sübutu halinde tevkil yetkisi ile düzenlenen vekâletnamelerin de hükmünün kalmayacağı, öte yandan taşınmaz sicillerinin geçerli bir hukuki sebebinin bulunmayacağı, buna bağlı olarak da Türk Medeni Kanunu'nun 1025. maddesi uyarınca yolsuz tescil niteliğini taşıyacağı açıktır.
Ne var ki; sahtecilik iddiası yönünden mahkemece hükme yeterli araştırma ve inceleme yapıldığını söyleyebilme imkânı yoktur.
Şöyle ki, dosya kapsamına göre, davaya konu yapılan olaylarla ilgili soruşturma dosyaları ile ceza dosyalarının bulunduğu anlaşıldığı halde, bu dosya suretlerinin evrak arasına alınıp değerlendirilmediği, özellikle çekişmeye konu yapılan vekâletnamelerin sahteliği ile ilgili ceza dosyalarının neticesinin beklenmediği, öte yandan; sahte olduğu ileri sürülen vekâletname asıllarının temin edilip, vekâletnamedeki imzaların davacıların eli ürünü olup olmadığı üzerinde durularak bu konuda bilirkişi incelemesi yaptırılmadığı görülmektedir.
Diğer taraftan, bilindiği üzere; Borçlar Kanununun temsil ve vekâlet aktini düzenleyen hükümlerine göre, vekâlet sözleşmesi büyük ölçüde tarafların karşılıklı güvenine dayanır. Vekilin borçlarının çoğu bu güven unsurundan, onun vekil edenin yararına ve iradesine uygun davranış yükümlülüğünden doğar.
6098 s. Türk Borçlar Kanununda (TBK) sadakat ve özen borcu, vekilin vekil edene karşı en önde gelen borcu kabul edilmiş ve 506. (818 s. Borçlar Kanununun 390.) maddesinde aynen; 'Vekil, vekâlet borcunu bizzat ifa etmekle yükümlüdür. Ancak vekile yetki verildiği veya durumun zorunlu ya da teamülün mümkün kıldığı hâllerde vekil, işi başkasına yaptırabilir.
Vekil üstlendiği iş ve hizmetleri, vekâlet verenin haklı menfaatlerini gözeterek, sadakat ve özenle yürütmekle yükümlüdür.
Vekilin özen borcundan doğan sorumluluğunun belirlenmesinde, benzer alanda iş ve hizmetleri üstlenen basiretli bir vekilin göstermesi gereken davranış esas alınır.' hükmüne yer verilmiştir. Bu itibarla vekil, vekil edenin yararına ve iradesine uygun hareket etme, onu zararlandırıcı davranışlardan kaçınma yükümlülüğü altındadır. Vekâletin kapsamı, sözleşmede açıkça gösterilmemişse, görülecek işin niteliğine göre belirlenir. (TBK'nin 504/1. maddesi) Sözleşmede vekâletin nasıl yerine getirileceği hakkında açık bir hüküm bulunmasa veya yapılan işlem dış temsil yetkisinin sınırları içerisinde kalsa dahi vekilin bu yükümlülüğü daima mevcuttur. Hatta malik tarafından vekilin bir taşınmazın satışında, dilediği bedelle dilediği kimseye satış yapabileceği şeklinde yetkili kılınması, satacağı kimseyi dahi belirtmesi, ona dürüstlük kuralını, sadakat ve özen borcunu göz ardı etmek suretiyle, makul sayılacak ölçüler dışına çıkarak satış yapma hakkını vermez. Vekil edenin yararı ile bağdaşmayacak bir eylem veya işlem yapan vekil değinilen maddenin son fıkrası uyarınca sorumlu olur. Bu sorumluluk BK'de daha hafif olan işçinin sorumluluğuna kıyasen belirlenirken, TBK'de benzer alanda iş ve hizmetleri üslenen basiretli bir vekilinin sorumluluğu esas alınarak daha da ağırlaştırılmıştır.
Vekil ile sözleşme yapan kişi 4721 s. Türk Medeni Kanunun (TMK) 3. maddesi anlamında iyi niyetli ise yani vekilin vekâlet görevini kötüye kullandığını bilmiyor veya kendisinden beklenen özeni göstermesine rağmen bilmesine olanak yoksa, vekil ile yaptığı sözleşme geçerlidir ve vekil edeni bağlar. Vekil, vekâlet görevini kötüye kullansa dahi bu husus vekil ile vekâlet eden arasında bir iç sorun olarak kalır, vekil ile sözleşme yapan kişinin kazandığı haklara etkili olamaz.
Ne var ki, üçüncü kişi vekil ile çıkar ve işbirliği içerisinde ise veya kötü niyetli olup vekilin vekâlet görevini kötüye kullandığını biliyor veya bilmesi gerekiyorsa vekil edenin sözleşme ile bağlı sayılmaması, TMK'nin 2. maddesinde yazılı dürüstlük kuralının doğal bir sonucu olarak kabul edilmelidir. Söz konusu yasa maddesi buyurucu nitelik taşıdığından hâkim tarafından kendiliğinden (resen) göz önünde tutulması zorunludur. Aksine düşünce kötü niyeti teşvik etmek en azından ona göz yummak olur. Oysa bütün çağdaş hukuk sistemlerinde kötü niyet korunmamış daima mahkum edilmiştir. Nitekim uygulama ve bilimsel görüşler bu yönde gelişmiş ve kararlılık kazanmıştır.
Öte yandan; Hile (aldatma), genel olarak bir kimseyi irade beyanında bulunmaya, özellikle sözleşme yapmaya sevk etmek için onda kasten hatalı bir kanı uyandırmak veya esasen var olan hatalı bir kanıyı koruma yahut devamını sağlamak şeklinde tanımlanır. Hata da yanılma, hilede ise yanıltma söz konusudur. 6098 s. Türk Borçlar Kanununun (TBK) 36/1. [818 s. Borçlar Kanunun (BK) 28/1.} maddesinde açıklandığı üzere taraflardan biri diğer tarafın kasıtlı aldatmasıyla sözleşme yapmaya yöneltilmişse yanılma (hata) esaslı olmasa bile aldatılan taraf için sözleşme bağlayıcı sayılamaz. Değinilen koşulların varlığı halinde aldatılan taraf hakkını kullanmak suretiyle hukuki ilişkiyi geçmişe etkili (makable şamil) olarak ortadan kaldırabilir ve verdiği şeyi geri isteyebilir.
Yine; sözleşmenin konusu, niteliği ve ödenecek miktar gibi hususlarda dikkatsizliği veya bilgisizliği sonucu gerçek iradesine uymayan beyanda bulunmak suretiyle esaslı hataya düşen tarafın sözleşme ile bağlı sayılamayacağı kuşkusuzdur. Hemen belirtmek gerekir ki, 6098 sayılı Türk Borçlar Kanununda (TBK) tıpkı 818 sayılı Borçlar Kanunu (BK) gibi esaslı hatanın (yanılmanın) tanımı yapılmamış, 31 ve 32. maddede sınırlayıcı olmamak üzere örnekler gösterilmiştir. Kısaca iç irade ile açıklanan irade arasındaki bilmeyerek yapılan uyumsuzluk olarak tanımlanan hatanın (yanılmanın) esaslı kabul edilebilmesi için, uygulamada ve bilimsel alanda ortaklaşa benimsendiği gibi, girişilen taahhüdün başlıca sebebini teşkil etmesi, daha açık söyleyişle hem yanılgıya düşen taraf, yönünden (sübjektif unsur), hem de iş hayatındaki dürüstlük kuralları (objektif unsur) açısından, hataya düşülmese idi böyle bir sözleşmenin hiç veya açıklanan biçimde yapılmayacağının ispatlanması zorunludur.
Bu koşulların varlığı halinde hataya düşen taraf, isterse iptal hakkını kullanmak suretiyle hukuki ilişkiyi geçmişe etkili (makable şamil) olarak ortadan kaldırılabilir ve verdiği şeyi geri isteyebilir. Yeter ki hatanın ileri sürülmesi TBK'nin 35. (BK'nin 25.) ve TMK'nin 2. maddesinde hükme bağlanan dürüstlük kuralına aykırı olmasın.
Bir başka husus ta sözleşme yapılırken hataya düşen tarafın kusurlu bulunması sözleşmenin iptaline engel değildir. Ne var ki, TBK'nin 35. (BK'nin 26.) maddesinde öngörüldüğü gibi hatayı bilmeyen veya bilecek durumda bulunmayan ve kusursuz olan karşı tarafın menfi, gerektiğinde müspet zararının ödenmesi gerekir.
Öte yandan, iptal hakkının kullanılması hiçbir şekle bağlı değildir. Hatanın veya hilenin öğrenildiği tarihten itibaren bir yıllık hak düşürücü süre içerisinde, sözleşmenin karşı tarafına yöneltilecek tek taraflı bir irade açıklaması ile sözleşmeyle bağlı olmadığını bildirilebileceği gibi def'i veya dava yoluyla da kullanılabilir. Ayrıca hatanın varlığı her türlü delille ispat edilebilir.
O hâlde; öncelikle elden çıkartılanlar da dahil olmak üzere, vekâletname kullanılarak taraflara aktarılan tüm taşınmazların ve dayanak belgelerinin eksiksiz evrak arasına alınması, olayla ilgili tüm soruşturma ve ceza dosyalarının getirtilerek incelenmesi, ceza mahkemesinde maddi olayın tespiti ve belirlenen olguların eldeki dava bakımından hukuk hakimini bağlayacağı gözetilerek özellikle sahtecilikle ilgili ceza dosyalarının neticesinin beklenmesi, ceza mahkemesince kesin bir sonuca varılamaz ise, sahte olduğu iddia edilen vekâletname asıllarının ilgili mercilerden temin edilerek sözkonusu vekâletnamelerdeki imzaların davacıların eli ürünü olup olmadığı hususunda 2659 sayılı Adli Tıp Kurumu Yasasının 8/e ve 21. maddeleri uyarınca Adli Tıp Kurumu Fizik İhtisas Dairesinden rapor alınması, toplanan delillerden sahtecilik olgusunun sabit olmadığının belirlenmesi halinde davacı tarafın diğer ileri sürdüğü; vekâlet görevinin kötüye kullanılması, hile ve hata iddiaları üzerinde durularak, bu iddialar yönünden yukarıda belirtilen ilkeler doğrultusunda araştırma ve inceleme yapılarak, HMK'nin 186/1. maddesinde düzenlenen usûl kuralları da gözetilmek suretiyle, varılacak sonuç çerçevesinde bir karar verilmesi gerekirken eksik inceleme ile yetinilerek yazılı olduğu üzere karar verilmiş olması doğru olmadığı gibi, davacı taraf, davalı adına olan tüm banka hesaplarının tespit edilerek, hesaplardaki paraların miras payları oranında kendilerine verilmesini istedikleri halde davacıların bu talebi hakkında olumlu olumsuz karar verilmemiş olması da doğru değildir.
Kabule göre de; dava konusu taşınmazlar arasında 3940 nolu parsel bulunmadığı halde bu taşınmazın kabul kapsamına alınmış olması da yerinde değildir.
Davalı vekili ile, davacılar vekilinin temyiz itirazları yerindedir. Kabulü ile, hükmün açıklanan nedenlerle (6100 sayılı Yasanın geçici 3.maddesi yollaması ile) 1086 sayılı HUMK'un 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine, 28.12.2013 tarihinde yürürlüğe giren Avukatlık Ücret Tarifesinin 14. maddesi gereğince gelen temyiz eden taraflar vekilleri için 1.100.00.-TL. duruşma vekâlet ücretinin karşılıklı olarak alınıp birbirlerine verilmesine, 11.11.2014 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.