Hukuk Genel Kurulu 2010/17-510 E. , 2010/485 K.
MAHKEMESİ : Sarıyer 1. Asliye Hukuk Mahkemesi
TARİHİ : 25/05/2010
NUMARASI : 2010/181-2010/151
Taraflar arasındaki “Tazminat” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Sarıyer Asliye 1. Hukuk Mahkemesince davanın reddine dair verilen 17.03.2009 gün ve 2008/326 E., 2009/60 K. sayılı kararın incelenmesi davacılar vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 7. Hukuk Dairesinin 28.12.2009 gün ve 2009/4882 E., 2009/9058 K. sayılı ilamı ile;
(...Davacılar vekili dava dilekçesinde, müvekkillerinin malik ve sürücüsü olduğu araç ile davalılardan M... ’nın malik, S... ın sürücüsü olduğu aracın çarpışması sonucu, müvekkili M... ’ın yaralandığını ve davacı aracının hasara uğradığını belirterek, davacı Müjdat’ın işgücü kaybı ve tedavi giderleri için 3.300.00 YTL maddi ve 4.000.00 YTL manevi tazminatın, davacı T....’in aracındaki hasar bedeli olarak da 3.500.00 YTL maddi tazminatın olay tarihinden itibaren işleyecek yasal faiziyle birlikte davalılardan müştereken ve müteselsilen tahsiline karar verilmesini talep etmiştir.
Davalı M.... A.... , duruşmaya gelmemiş ve davaya cevap vermemiştir.
Davalı S... A.... vekili, duruşmaya katıldığı halde davaya cevap vermemiştir.
Davalı sigorta şirketi vekili cevap dilekçesinde, davalı tarafa ait araç müvekkili şirkete trafik sigortalı olup, tazminat taleplerinin teminat kapsamı dışında kaldığını, diğer araca ilişkin müvekkili şirket nezdinde düzenlenmiş bir poliçe bulunmadığını ve davadan önce kendilerine başvurulmadığını bildirerek, davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece, kusur ve hasarın tespiti için oluşturulan keşif ara kararı gereğince, verilen kesin süre içinde davacı vekilinin keşif ulaşım giderini yatırmadığı gibi, keşif günü araç da temin edilmediği ve keşif başvurusu yapılmadığı, karşı taraf için müktesep hak oluştuğundan, kesin süreden sonra aynı işlem için davacı vekiline yeniden süre verilemeyeceği gerekçesiyle, ispatlanamayan davanın reddine karar verilmiş; hüküm, davacılar vekilince temyiz edilmiştir
Dava, trafik kazasından kaynaklanan maddi ve manevi tazminat istemine ilişkindir.
HUMK.’nun 163. maddesinde; “Kanunun tayin ettiği müddetler kat’idir. Bu müddetlerde yapılması lazım olan muamele yapılmazsa o hak sakıt olur. Hakim, tayin ettiği müddetin kat’i olduğuna da karar verebilir. Aksi takdirde tayin olunan müddeti geçirmiş olan taraf yenisini isteyebilir. Bu suretle verilecek müddet katidir. Bir daha verilemez” hükmüne yer verilmiştir.
Bu durumda, HUMK’nun 163. maddesi hükmüne göre, kesin sürenin hukuki sonuç doğurabilmesi bakımından, ülke koşulları ve hayatın gerçekleri göz önünde tutularak, taraflara yüklenen yükümlülüklerin birer birer açıklanması, masrafların kalem kalem bildirilmesi ve tarafların yapacağı işlevlerin duraksamaya yer vermeyecek biçimde açık ve kesin olarak belirlenmesi, kesin süre verilen tarafa, süreye uymadığı takdirde davasının bu nedenle reddedileceği konusunda uyarılması gerekir. Yargıtay’ın uygulaması da bu yöndedir. (HGK 25.06.1975-1-1560/837, HGK. 18.02.1983-1-1284/141, HGK. 24.06.1992-14-296/395, HGK. 10.10.2001-14-940/709)
Somut olayda, deliller toplanmadan keşif kararı verilmiş, tanıkların keşif mahallinde dinlenmesi için tebligat çıkartılmamıştır. 23.12.2008 tarihli ara kararında, keşif icrası için verilen sürenin yukarıdaki açıklamalar ışığında usulüne uygun bir kesin süre olmadığının kabulü gerekmektedir. Kaldı ki, somut olaydaki gibi davacı vekilinin keşif ulaşım giderini verilen sürede yatırmamış olması ve keşif başvurusu yapılmaması, davanın bu nedenle reddini değil, artık bu delile dayanmaktan vazgeçilmiş sayılması sonucunu doğuracak olup, tarafların gösterdikleri diğer deliller toplanarak sonucuna göre, bir karar verilmesi gerekeceğinin de göz önüne alınmamış olması nedeniyle, mahkemenin kararı kabul şekline göre de doğru görülmemiştir.
O halde; yukarıda açıklanan yasal düzenlemeler karşında, verilen sürenin HUMK. nun 163. maddesinin özüne uygun bulunmadığından hükmün bozulması gerekmiştir…)
gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
TEMYİZ EDEN: Davacılar vekili
HUKUK GENEL KURULU KARARI
Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kâğıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, trafik kazasından kaynaklanan maddi ve manevi tazminat istemine ilişkindir.
Mahkemenin, “tarafların kusuru ve davacının aracında meydana gelen hasarın tespiti için bilirkişi aracılığı ile keşif yapılmasına dair verilen ara kararı gereğinin, kesin süreye rağmen davacı vekilince yerine getirilmediği, ulaşım giderleri yatırılmadığı gibi keşif için başvuruda da bulunulmadığı, bu itibarla davalı taraf için müktesep hak oluştuğundan davacı yana aynı işlem için yeniden süre verilemeyeceği” gerekçesiyle “ispatlanamayan davanın reddine” dair verilen karar, Özel Daire’ce yukarıda yazılı gerekçeyle bozulmuş, Yerel Mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; mahkemece, kusur ve hasar tespitine yönelik olarak oluşturulan keşif ara kararının yerine getirilmesi için davacılar vekiline verilen kesin sürenin usulüne uygun olup olmadığı noktasında toplanmaktadır.
Bir davanın açılmasıyla başlayan yargılama faaliyetinde, karara ulaşmak bakımından, mahkeme ve taraflarca yapılması gereken belirli işlemler vardır ve her işlemin belli bir zaman aralığında yapılması gerekmektedir. Usul hükümleri ile normatif bir değer kazanan bu zaman aralıklarına süre denilmektedir. Böylece usul işlemlerinin yapılması zamansal olarak tarafların ve mahkemenin arzularına, inisiyatifine bırakılmamış olmaktadır.
1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nda öngörülen sürelerden bir bölümü taraflara, bir bölümü de mahkemelere hitap etmektedir. Mahkemeler için öngörülen sürelerin taraflar için öngörülen sürelerden farkı; sürenin geçirilmiş olmasının, o sürede yapılması öngörülen işlemin yapılma olanağını ortadan kaldırmamasıdır. Eş söyleyişle hakim, gecikmeli de olsa süreye bağlanmış olan işlemi yapabilir. Dolayısıyla, gecikmeli de olsa yapılan işlem, oluşturulan karar hukuken geçerlidir, süresinde yapılmış gibi hukuki sonuç doğurur. Gerçekten; bir uyuşmazlık mahkemeye taşınmış olmakla, kamu alanına, toplumun da çıkarını ilgilendiren bir platforma aktarılmış olmaktadır. Bu nedenle bir davanın makul sürede sona erdirilmesinde en az taraflar kadar toplumun da yararı vardır. Esasen, yargılama ilkeleri arasında bulunan usul ekonomisinin üç unsurundan biri olan “çabukluk” unsurunda, bu ikili amaç yuvalanmış bulunmaktadır.
Şu halde, süreye ilişkin normların kabulüyle medeni usul hukukunda gerçekleştirilmek istenen amaçlar; adaletin bir an önce sağlanması, keyfiliğin önlenmesi, mahkemenin aynı işle uzun süre meşgul olmasının, başka ifadeyle diğer dava ve işlere yeterince zaman ayıramaz duruma düşürülmesinin önlenmesi; uluslar üstü ve ulusal nitelikteki emredici normlar uyarınca davanın makul sonuçlandırılmasının sağlanması, yargılamanın belli bir düzen ve kestirilebilir bir zamansallıkla yürütülmesi, başka bir anlatımla yargılamanın adil şekilde yapılmasının sağlanması olarak özetlenebilir.
Az yukarıda sayılan amaçların gerçekleşmesi, doğal olarak belli bir yaptırım hükmüyle mümkündür. Nitekim 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 163.maddesinin 1. cümlesinde, (kesin) sürelerde yapılması gerekli işlemin yapılmaması halinde, işlemin ilişkin olduğu hakkın düşeceği (sakıt olacağı) belirtilmiştir.
İlke olarak, hakimin verdiği süre kesin değildir. Kesinlik için şu iki koşuldan birinin varlığı zorunludur:
İlk koşul, hakimin kesin olduğunu belirtmeksizin verdiği ilk sürede işlemin yapılmaması nedeniyle ilgili tarafın yeniden süre talep hakkının varlığı karşısında, bu talep üzerine hakimin verdiği ikinci sürenin kesin olması, bu kesinliğin yasadan kaynaklanmasıdır (HUMK m.163, c.4). Bu halde, ikinci kez verilen sürenin kesin olduğu belirtilmemiş ve ihtar edilmemiş olsa dahi, sonuç değişmez.
İkinci halde ise, yasaya göre hakimin, tayin ettiği ilk sürenin kesin olduğuna da karar verebilmesidir (HUMK m.163/3 c.3). Ancak, böyle bir durumda kesin sürenin hukuki sonuç doğurabilmesi için, buna ilişkin ara kararının yasaya ve içtihatlara uygun şekilde oluşturulması ve sonuçlarının da ilgili tarafa ihtar edilmiş olması gerekir.
Kesin süreye ilişkin ara kararının verilmesiyle karşı taraf lehine usulü kazanılmış hak doğmaktadır. Bu ilkenin doğal sonucu, yargısal kesin süreyle sadece tarafların değil, hakimin de bağlı olduğu, dolayısıyla hakimin bu tür bir ara kararından dönmesinin hukuken geçersiz bulunduğudur.
Kısaca; ister kanun, ister hakim tarafından tayin edilmiş olsun, kesin süre içerisinde yerine getirilmeyen bir işlemin, bu süre geçtikten sonra yerine getirilmesi olanaklı değildir.
Öte yandan, Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 163. maddesi uyarınca kesin süreye ilişkin ara kararında; yapılması gereken işlerin neler olduğunun ve her bir iş için ne miktar ücret yatırılacağının hiç bir şüpheye yer vermeyecek şekilde açıklanması, özellikle tanınan sürenin yeterli ve elverişli olması, kesin süreye uymamanın doğuracağı hukuki sonucun açık olarak anlatılması ve anlatılanların tutanağa geçirilmesi, bunlara uyulmaması durumunda mevcut kanıtlara göre karar verilip, gerektiğinde davanın reddedilebileceğinin yine açıkça bildirilmesi suretiyle ilgili tarafın uyarılması gerektiği, her türlü duraksamadan uzaktır.
Yine, keşif dışında yapılacak başka işlemler ve toplanacak delillerin bulunması ve bu delillerin keşif ve bilirkişi incelemesi sırasında değerlendirilmesi gereken durumlarda; söz konusu delillerin ikmal edilmesinden sonra keşif ara kararının yerine getirilmesi için süre ve kesin sürenin verilmesi gerektiği, kuşkusuzdur.
Bazı hallerde kesin sürenin kaçırılması, o delile veya hakka dayanamamak gibi ağır sonuçları birlikte getirmekte, davanın kaybedilmesine neden olmaktadır. Böyle bir durumda, geciken adaletin adaletsizlik olduğu düşünülerek, davaların uzamasını veya uzatılmak istenmesini engellemek üzere getirilen kesin süre kuralı, kanunun amacına uygun olarak kullanılmalı, davanın reddi için bir araç sayılmamalıdır.
Bu cümleden olarak, kesin sürenin amacına uygun olarak kullanılması ve yeterli uzunlukta olmasının yanı sıra, tarafların yargılamadaki tutumları ile süreye konu işlemin özelliğinin de göz önünde bulundurulması gerekir.
Somut olayda; 13.11.2008 tarihli ilk duruşmada, taraf vekillerine tüm delillerini bildirmeleri için 10’ar günlük kesin süre verilmiş ve aynı tarihli ara kararıyla olay mahallinde ve araç üzerinde keşif yapılmasına karar verilmiştir. Takip eden 23.12.2008 tarihli oturumda ise, “13.11.2008 tarihli ara kararı gereklerini yerine getirmesi ve 250,00 YTL bilirkişi ücreti ile 3 davetiye gideri 13,50 YTL pul ve mahkeme heyet 65.00 YTL yolluk, 50,00 YTL ulaşım gideri vermesi için davacı vekiline 25 gün kesin süre verilmesine aksi takdirde HUMK nun 163. maddesi uyarınca davanın bu nedenle red edileceği hususunun ihtarına (ihtar yapıldı), dava konusu yerde 10.02.2009 günü … keşif yapılması” şeklinde ara kararı oluşturulmuştur.
Mahkemece verilen kesin süreden sonra, ancak keşif tarihinden önce davacı vekilince ibraz edilen 19.01.2009 hakim havale tarihli dilekçe ile, tanık listesi ve diğer deliller bildirilerek, aynı tarihte bilirkişi ücreti ile keşif mahkeme yolluğu mahkeme veznesine depo edilmiştir.
Yukarıda ayrıntısıyla açıklandığı üzere, kesin sürenin temel amacı yargılamada çabukluğu sağlamak, öteki deyişle taraflarca yargılamanın lüzumsuz yere uzatılmasının önüne geçmek olup; bu amacın gerçekleştirilmesine yönelik olarak, ancak diğer delillerin toplanmasından sonra keşif ara kararının verilmesi gerekir.
Sözü edilen ilkeler gözetildiğinde somut olayda, dava dilekçesinde bildirilen ceza dosyası dahi getirtilmeden ve deliller toplanmadan, sırası gelmediği halde keşif kararı verildiği, dolayısıyla keşif ara kararının yerine getirilmesi yönündeki kesin sürenin de yasanın ruhuna ve özüne uygun düşmediği açıktır.
Diğer taraftan, davacı vekilinin, kesin süre tarihinden sonra ve fakat keşfin icra tarihinden önce delillerini ve tanık listesini mahkemeye sunduğu ve keşif giderlerini yatırdığı anlaşıldığına göre, davacı yanın bu gerekleri kesin süreden sonra yerine getirmesinin yargılamayı uzatmadığı apaçık ortadadır.
Bu durumda; Mahkemece, kusur ve hasar tespitine yönelik olarak oluşturulan keşif ara kararının yerine getirilmesi için davacılar vekiline verilen kesin sürenin, usul hukukuna konuluş amacına uygun kullanılmadığı ve yöntemine uygun olmadığı ve bu nedenle hukuki sonuç doğurmayacağı açıktır.
Hal böyle olunca; Yerel Mahkemece, aynı yönlere işaret eden ve Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen Özel Daire bozma ilamına uyulması gerekirken, davanın reddine dair önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.
Direnme kararı bu nedenle bozulmalıdır.
S O N U Ç: Davacılar vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının yukarıda ve Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı HUMK nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının geri verilmesine, 13.10.2010 gününde oybirliği ile karar verildi.