21. Hukuk Dairesi 2014/13479 E. , 2015/8176 K.
MAHKEMESİ :İş Mahkemesi
Davacı, davalı borçlunun icra takibine yapmış olduğu itirazın iptaline, takip konusu borcun takip dosyasında belirtilen % 9 faiz ve fer'ileri ile birlikte ödenmesine ve takip konusu alacağın % 20'den az olmamak üzere icra inkar tazminatına mahkum edilmesine karar verilmesini istemiştir.
Mahkeme, ilamında belirtildiği şekilde, isteğin reddine karar vermiştir.
Hükmün, davacı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine temyiz isteğinin süresinde olduğu anlaşıldıktan ve Tetkik Hakimi ... tarafından düzenlenen raporla dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra işin gereği düşünüldü ve aşağıdaki karar tesbit edildi.
K A R A R
Dava, sigortalı ... ölümünden sonra sigortalıya ait ölüm aylığının davalı tarafından haksız olarak çekildiğinden bahisle haksız olarak çekilen miktar için yapılan icra takibine davacının itirazının iptali, borçlunun takip konusu borcu takip dosyasında belirtilen %9 faiz ve tüm ferileriyle birlikte ödenmesi, takip konusu alacağın % 20' sinden az olmamak üzere icra inkar tazminatına mahkum edilmesine karar verilmesi istemine ilişkindir.
Mahkemece, davanın ispatlanamadığından reddine karar verilmiştir.
Bir hukuksal ilişkinin borç ilişkisi sayılabilmesi için, taraflarına ve konusuna ait iki unsura ihtiyaç bulunmaktadır. Bunlar; hukuki ilişkinin alacaklı ve borçludan oluşması; alacaklının ifasını talep yetkisine sahip olduğu, borçlunun ifa yükümlülüğü altına girdiği “edim” şeklinde ifade edilebilir.
Alacaklı, borç ilişkisinin aktif süjesidir. Borçlu ise, borç ilişkisinden doğan edimi ifayla yükümlü olan, kendisinden edimin ifası istenen kişidir.
Borç ilişkilerini düzenleyen 6098 sayılı Türk Borçlar Kanununda (ve mülga 818 sayılı Borçlar Kanununda) borcun kaynakları; sözleşme, haksız fiil ve sebepsiz zenginleşme olarak gösterilmiştir. Hukuki bir işlemde açıklanan irade, ve hukuka aykırı fiil dışında borç kanundan doğmuş olabilir.
Haksız fiilden doğan sorumluluk, tazminat borcunun kaynağını oluşturmakta olup, burada genel davranış kurallarına aykırılık söz konusu olmaktadır.
Görülmekte olan davada, sigortalının ölümünden sonraki döneme ilişkin ölüm aylığının davalı tarafından çekilmiş olması nedeniyle haksız çekilen miktarın tahsili için açılan eldeki alacak davasında uyuşmazlık konusu edimin dayanağı “haksız fiil”dir. Zira sigortalının ölümü ile sigortalılık ilişkisi sona ermiş hak sahipleri ile de böyle bir ilişki kurulmamıştır. Başka bir ifadeyle haksız yere para çeken, sigortalılık ilişkisi yada hak sahibi olarak bunu yapmamıştır.
Hal böyle olunca; davacı Kurum ile davalı arasında murisin ölümünden kaynaklı sigortalılık ilişkisi bulunmadığından taraflar arasında uyuşmazlığı doğuran asıl hukuki ilişki, “haksız fiil”den kaynaklanmaktadır. Bu nedenle davaya genel hükümlere göre Asliye Hukuk Mahkemesinde bakılması gerekir. Mahkemenin görevsizliği nedeniyle dava dilekçesinin reddine karar verilmesi gerekirken işin esasının incelenmiş olması hatalıdır.
Mahkemece bu maddi ve hukuki olgular gözetilmeksizin yazılı şekilde hüküm kurulmuş olması usul ve yasaya aykırı olup bozma nedenidir
O halde, davacı Kurum vekilinin bu yönleri amaçlayan temyiz itirazları kabul edilmeli ve hüküm bozulmalıdır.
SONUÇ: Temyiz olunan kararın yukarda açıklanan nedenlerle BOZULMASINA, 14/04/2015 gününde oyçokluğu ile karar verildi.
MUHALEFET ŞERHİ
Dava, sigortalı ... ölümünden sonra sigortalıya ait ölüm aylığının davalı tarafından haksız olarak çekildiğinden bahisle haksız olarak çekilen miktar için yapılan icra takibine davacının itirazının iptali, borçlunun takip konusu borcu takip dosyasında belirtilen %9 faiz ve tüm ferileriyle birlikte ödenmesi, takip konusu alacağın % 20' sinden az olmamak üzere icra inkar tazminatına mahkum edilmesine karar verilmesi istemine ilişkindir.
Mahkemece, davanın ispatlanamadığından reddine karar verilmiştir.
Sigortalılığın ölümü ile ilgili defin ruhsatı verildiğinde, ölüm olayının kayıtlı olduğu nüfus müdürlüğüne hemen bildirilip, gerekli şerhin anında düşülmesi gerekir.Nüfus müdürlüğünce de, ilgili kurumlara en kısa sürede ölüm olgusunun bildirilip yersiz ödemenin yapılmaması için aylığının bloke edilmesi gerekir.Bu işlemleri en kısa sürede yapmayan kamu kurumları dolayısıyla SGK kendi ihmali ve hatasının sonuçlarına katlanması ile gerçek sorumluları bulmadan dava açmaması gerekir.
Yüksek Dairece yapılan temyiz incelemesi sırasında, bozma ilamına yazılan gerekçeden anlaşılacağı üzere, ATM'den çekilen meblağ ile oluşan eylemin bir haksız fiil teşkil ettiği ve bundan doğan sorumluluğun sigortalı ile davalı arasındaki sigortalılık ilişkisi bulunmadığından davaya bakmaya genel hükümler gereğince Asliye Hukuk Mahkemesi'nin görevli olması gerektiğinden görevsizlik kararı verilmesi gerekir diye nitelendirilmiş ve hüküm bu nedenle bozulmuştur.
Sigortalının vefatı ile yaşlılık aylıklarının ATM'den çekilmesi olgusunun miras hukuku ile bir ilgisi yoktur.Miras hukuku, murisin sağlığındaki eylemleri nedeniyle terekeye aktarılan borç, alacak ve haklara ilişkindir.Sağlığında gerçekleşen eylemler olmadığı için, ölümünden sonraki gelişen haksız para çekme olgusunun bu nedenle mirasçılarla da bir ilgisi yoktur. Diğer bir anlatımla, her ne kadar ATM'den hakkı olmayan kişilerin para çekme eylemi bir haksız fiil teşkil etmekte ise de bunun beraber yaşama karinesi de olsa, mirasçılardan talep edilmesi genel miras hukuku hükümlerine de aykırıdır. Ancak ölen sigortalı ile SGK arasında hukuki ilişkinin varlığı söz konusudur. ATM'den haksız çekilen aylıklar da bu ilişkinin sonucudur. Bu nedenle kurumun meydana gelen zararının giderilmesi için genel manada ifadeleri içeren 01/10/2008 tarihinde yürürlüğe giren 5510 sayılı Yasa'nın 96. Maddesi ile yersiz ödemelerin geri alınması başlıklı hükümlere yer vermiştir.
Kurumun yaptığı icra takibi ve geri isteme talebi 5510 sayılı Yasa'nın 96. maddesidir.Bu yasanın yürürlük tarihinden önce ise genel hükümlere göre, ilgililerden Kurum zararları tazmin edilmekteydi. Zarar olayının tartışılması sırasında da, Borçlar Kanunu'nun 63. maddesindeki genel hükümler değerlendirilmekteydi. Bu genel yasanın varlığına rağmen ve yeni Borçlar Kanunu'nda da benzer hükümlerin yer almasına rağmen, kanun koyucu SGK'ya ait zararların geri alınması için çok özel hükümler içeren tarafları, sorumluluk alanı, uygulanacak faiz ve bunun başlama tarihi ile belirli süredeki erken ödeme için indirim oranlarını belirleyen hükümlere bu yasada yer verilmiştir.Bu maddenin açılımında taraflar SGK, sigortalı, hak sahibi, mirasçılar olarak belirlenmiştir. Geri istenecek kalemler kanunda belirtildiği gibi bu maddenin özelliği gereği bir nevi infaz hükmünüde
içerdiği için yasaların ani yürürlüğe girmesi etkisinden yararlanılarak 01/10/2008 tarihinden önce gerçekleşen kurum zararları için dahi Borçlar Kanunu veya Yeni Borçlar Kanunu hükümleri yerine bu madde uygulanabilmektedir. Bu algının kabul edilmesindeki neden, yine bir genel hukuk ilkesi olan Genel Yasa-Özel Yasa ilişkisindeki özel yasaya öncelik verilmesi hususudur. Burada 5510 sayılı Yasa'nın 96. maddesi genel nitelikteki Borçlar kanunundaki hükümlerin önüne geçmesi gerekeceği herkesin kabulünde bulunmaktadır.
Diğer yandan, 5521 sayılı İş Mahkemeleri Kanunu'nun 1. maddesinde bu yargılamada kimlerin taraf olacağı açıkça belirtilmiştir. Bunlar işçi-işveren ve Sosyal Sigortalar Kurumudur.Özel bir hukuk usulü yasası olduğu belirgindir. Ancak, hüküm bulunmayan hallerde HUMK veya HMK'ya başvurulacağı yazılıdır. Burada da yine genel-özel yasa ilişkisini gözlemek mümkündür. Nedeni ise, Kurum, yurt genelindeki nüfus yoğunluğu ve buna bağlı ve uyuşmazlıkların çokluğu karşısında kendisi için çok özel hükümler ve kolaylıklar sağlayan özel uygulama ve usül yasasını oluşturmuş bulunmaktadır. Hatta, kamu alacakları için takip hukuku açısından 6183 sayılı Yasa'dan da yararlanılmaktadır. Bunun amacı sigortalıların, hak sahibi ile az oranda mirasçılarının Sosyal Sigortalar Kurumu ile olan alacak borç ilişkilerinin kısa sürede yerine getirilmesi, karşıt davaların hangi çerçevede kolaylıkla çözülmesi, hatta hakların birleşmesi veya çakışması halinde takas-mahsup işlemlerinin kolayca yerine getirilmesi, gerektiğinde faiz ve gecikme zammından kurtulunması amaçlanmıştır.
5510 sayılı Yasa'nın 96. maddesi içeriğinde ifadeler açık olmakla birlikte, kanun koyucu, Kurumun hatası, gerçek şahısların (sigortalı, hak sahibi, mirasçı) hatta tüzel kişilerin kusur ve kasıt hallerini dahi gözönünde bulundurarak olasılıkları ve ilgili sorumluluk oranlarını belirlemiş, zamanaşımı sürelerini dahi taraflara göre 5-10 yıl gibi ikiye ayırmıştır.
5510 sayılı Yasa ve önceki ilgili diğer sosyal güvenlik yasalarına göre açılan dava tipleri genelde hizmet tespiti, primler süresinde ödenmediğinden tahsili, eksik işçilik gösterilmesi, başkasının kimliğiyle çalışmak, kasıtla veya kusurla iş kazasına sebebiyet vermek, meslek hastalığına sebebiyet verilmesi, ücretlerin çifte bordroya ödenip Kurumun prim kaydına sebebiyet verilmesi ve buna benzer konulu davalarda çoğunlukca tarafı işveren olduğu görülmekte olup, yapılan tüm işlemlerin ceza hukuku açısından taksir veya cürüm olacağı dolayısıyla cürümlerin de bilerek istenerek işlenen eylemler olduğu dolayısıyla, haksız fiil olduğu bilinmektedir. Bu nedenle, salt haksız fiil olan eylemlerin genel mahkemelere taşınması kanımızca isabetli bulumamaktadır.
Davaların bu özellikleri göz önünde alındığından neredeyse SGK'nın taraf olduğu davaların yarısında haksız fiilin varlığını gözlemek mümkündür. Eğer yüksek dairenin görevsizlik kararını benimseyecek olursak hali hazırdaki mevcut davaların neredeyse yarısının görevsizlik sebebiyle genel mahkemelere gönderilmesi söz konusu olacaktır ve bu hal hiçde amaçlanan bir sonuç değildir. İhtisas mahkemelerinin varlığı göz ardı edilemez. Üstelik, son yıllarda İş Mahkemelerinde iş hukuku ve sosyal güvenlik hukuku diye bir alt ihtisaslaşmaya da gidildiği göz önüne alındığında görevsizlik kararlarına daha temkinli yaklaşmak gerekeceği görülmektedir. Sosyal güvenlik ve iş hukuku yasaları yargılama sistemine girdiğinden beri bu konulara ilişkin davalar en başından beri İş Mahkemelerinde çözülmüş ve temyiz incelemesi de yüksek 10. ve 21. Hukuk Dairelerinde yapılagelmiştir. Üstelik 5510 sayılı Yasa kapsamındaki uyuşmazlıkların İş Mahkemesi yerine genel mahkemelere taşınmasında da izah edici yeterli bir neden yoktur.
Haksız fiil nedeniyle meydana gelen zararın, eylemi gerçekleştiren kimse tarafından tazmin edilmesi asıldır.Haksız fiil ispatlanmadan kişiye bağlı karine konusu yapılamaz.Failinin ceza yargılaması ile belirlenmesi veya fiilin ikrar edilmesi gerekmektedir. Bu nedenle, Kurumun ATM'den çekilen aylıkların karine gereği mirasçılardan istemesi de ayrı bir hata oluşturmaktadır. Zaten haksız fiil olgusunun tereke ile bir ilişkisi yoktur. Bir olasılık dahilinde sigortalının sağlığında haksız ve yersiz elde ettiği aylıklar söz konusu olsa bile bunların mirasçılardan istenmesi dahi terekeye giren borç olmadığı için yine hatalı olacağı görüşündeyiz.Esasen 5510 sayılı Yasa'nın 96. maddesinde kastedilen olgu, kim hatalı ve kusurlu haraket ederek zenginleşmeye sebebiyet vermiş ise, bu zenginliğin kasıt ve kusuruna göre doğrudan o kimseden tahsil edilmesi asıldır. Diğer bir anlatımla, sigortalının hatalı beyanı sonucunda elde ettiği kazanç ve gelirler kendisinden; hak sahibinin hatalı bilgi vererek elde ettiği haksız aylık ve kazançlar yine kendisinden tahsil edilmelidir. Kurumda kendi hatalı eylemlerinin sonucuna katlanmalı ve meydana gelen zararlar için görev zararı olarak bütçesinde gösterilmelidir. Nihayet SGK'da prim sistemine dayalı sigorta özelliğini taşımaktadır. Bu nedenle diğer özel sigortalar gibi risk kabul etmek durumundadır. Mirasçılarda ise durum biraz daha farklıdır. Miras hukuku gereği, sigortalının ölümü nedeniyle intikal eden işyerine ait prim borçları, ödenmemiş ücret ve tazminatlar terekenin pasifi olarak yine mirasçılara intikal eder.Hizmet tespiti davalarındaki sorumluluklar mirasçıları ilgilendirir.İş hukukundan kaynaklanan bazı giderlerin de miras hukukuna konu olabileceği ve mirasçılardan tahsil edilebileceği kabul edilmelidir. Dolayısıyla mirasçılar ancak, görüldüğü üzere kamu hukuku ile ilişkilendirilen ve terekeye giren borçlardan ve kurum alacaklarından sorumlu tutulabilirler.Bir hak sahibinin aynı zamanda mirasçılığı da söz konusudur. Ancak her mirasçı hak sahibi olamaz.Genelde evlilik birliği içinde ölen eşler hem mirasçı hem de hak sahibidirler.Çocuklar ise, belirli bir yaş ve koşullar içinde hak sahibidirler.Sonrasında ise, sadece mirasçılıklarının sürdürebilirler. Bu nedenle, hak sahibi
olarak yapılan kasıtlı veya kusurlu oluşan zarar geri istenirken, ceza hukukundaki şahsilik prensibi gereği mirasçılardan istenmemesi gerekir.Haksız eylemlerden sadece cezadaki şahsilik prensibi gereği eylemi yapan kişi sorumlu tutulmalıdır. Dolayısıyla miras hukukuyla sosyal güvenlik hukuku arasında rücu ilişkisindeki külli halefiyet varlığının söz konusu olmadığını dolaylı olarak vurgulamış bulunmaktayız.
506 sayılı Yasa'nın 26. maddesi ile 5510 sayılı Yasa'nın 20,21,39, maddelerinde, rücu davaları ile zararların tazmini yer almaktadır. Ancak, bunların halefiyete dayalı basit rücu olduğu bilinmektedir. Burada da işverenin veya üçüncü kişilerin kasıtlı veya kusurlu hareketleri nedeniyle haksız eylemin meydana gelebileceği kanun koyucunun kabulündedir.Demek oluyor ki, bu kasıtlı ve kusurlu hareketler aynı zamanda haksız eylemlerdir.Üstelik uyuşmazlıklar da üçüncü kişinin varlığı ve sorumluluğu dahi kabul edilerek, iş mahkemelerinin yargılama sınırlarında değerlendirilmeye alınmıştır.
Genel Mahkemelerde görülmesi halinde, haksız fiile dayalı bu tip davaların zamanaşımı süreleri 5510 sayılı Yasa'ya göre farklılık içerdiği görülmektedir.Üstelik genel mahkemelerde ilgili tarafa göre de, farklı zamanaşımı uygulanmamaktadır. Oysaki 5510 sayılı Yasa'nın 96. Maddesindeki zamanaşımı süreleri SGK'ya göre 10 yıl, diğer tarafa göre 5 yıl gibi iki seçeneklidir. Erken ödeme halinde faizlerden sorumlu tutulmama olasılığı vardır. Olayımızda üstelik haksız fiil değil haksız iktisap söz konusudur. Diğer bir ifade ile sebepsiz zenginleşmedir.Zararın gerçek sorumlusundan tazmini ve tahsili gerekir. 5510 sayılı Yasada yer aldığı için mirasçıdan tahsiline kalkışmak hukuk ve ceza normlarına aykırı durum teşkil etmektedir. Ancak, kimden tahsil edileceği hususu netleştirilmeden geri istenmesi isabetli değildir. Bu tip kararlarda isabetin ve gerçekliğin ortaya konulması için genel hükümlere değil 5510 sayılı Yasa hükümlerine bağlı kalınarak çözüme varma olanağı mevcuttur. Nedeni çok açık olup, bu konuda yetişmiş ihtisas mahkemelerinin yorumu ve ilgili sosyal güvenlik yasalarının doğru yorumlanabilme yetisi öne çıkmaktadır.Bir eylemin haksız fiil olması sosyal güvenlik açısından çok önemli değildir.Ceza hukukunda ücretlerin çifte bordro ile bildirilmesi, prim kaybına sebebiyet verilmesi, hizmetlerin hiç bildirilmemesi farklı kimlikle işe girilmesi esasen ceza hukukunda evrakta sahtecilik ve yalan beyanda bulunma suçlarını oluşturulabileceğine rağmen, sosyal güvenlik hukukunu bu yönüyle etkilemez. Esasen bu hukuki ilişkileri hepsi birer haksız fiildir ve İş Mahkemelerinde davalarının görülmesine engel teşkil etmemektedir. Sosyal devlet anlayışında sosyal güvenlik hakkından vazgeçilemez. Ancak fiili çalışma olgusuna önem verilir. Aynı gerekçe ile yukarda sayılan eylemlerin haksız fiil olması nedeniyle yüksek daire çoğunluk görüşüne göre bu konulu davaların genel mahkemelerde görülmesi gerekecektir.
Somut olayda, yerel mahkeme kararının isabetliliği bir yana esasa girilmeksizin yüksek daire çoğunluğunca görev nedeniyle bozma kararı verilmiş ise de, işin esasındaki ilgili yasaların değerlendirilmesi yapılmadan bu görevsizlik kararını tartışmaya olanak bulunmadığından, yukarıda akla gelen ve ilgili bazı ihtimaller ve yasa maddeleri incelenmek durumunda kalınmıştır. Bunların bir bütün halinde değerlendirilmesinde genel-özel yasa ayrımına özenle dikkat gösterilerek, mahkemelerin bu yasalardaki ihtisaslaşma olgusuna da vurgu yapılarak, daha isabetli kararların alınabilmesi bakımından yasa sıralamalarındaki taraf ve ilkeler göz önünde bulundurularak, içeriğindeki sorumluluk kısmı başta dikkate alınmaksızın öncelikle şekil yönünden uyuşmazlıkların iş mahkemelerinde görülmesinde
sonsuz yarar sağlayacağı, hatta tartışmaya bırakılmaksızın zorunluluk bulunduğu kabul edilmelidir.
SONUÇ: Yukarıda anlatılan nedenler göz önünde bulundurularak, yerel mahkeme kararının onanması yerine görevsizlik nedeniyle bozan yüksek dairenin çoğunluk görüşüne katılamamaktayım.