8. Hukuk Dairesi 2014/6656 E. , 2014/18280 K.
MAHKEMESİ :Asliye Hukuk Mahkemesi
DAVA TÜRÜ : Tapu iptali ve tescil
... ile ... aralarındaki tapu iptali ve tescil davasının reddine dair İstanbul Anadolu 21. Asliye Hukuk Mahkemesi'nden verilen 19.11.2013 gün ve 87/437 sayılı hükmün duruşma yapılması suretiyle Yargıtay'ca incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmiştir. Dosya incelenerek işin duruşmaya tabi olduğu anlaşılmış ve duruşma için 14.10.2014 Salı günü tayin edilerek taraflara çağrı kağıdı gönderilmişti. Duruşma günü temyiz eden davacı vekili Avukat ... ve karşı taraftan davalı vekili Avukat ... geldiler. Duruşmaya başlanarak temyiz isteğinin süresi içinde olduğu anlaşıldıktan ve hazır bulunanların sözlü açıklaması dinlendikten sonra duruşmaya son verilerek; dosya incelendi, gereği düşünüldü:
KARAR
Davacı ... vekili, tarafların 1999 yılında evlendiklerini, davalının evlilik birliği sürecinde sadakate aykırı davranışlarda bulunması, eşini başka kadınlarla aleni hatta aile konutuna da getirmek suretiyle aldatması nedeniyle boşanma tazminatı olarak müvekkiline 621 ada 270 parselde kayıtlı 1 numaralı bağımsız bölümü satın aldığını, banka kredisi kullanılması nedeniyle taşınmazın davalı adına tescil edildiğini, vekil edeninin bedelsiz olarak bu taşınmazda oturduğunu, taşınmazın alınmasının ertesi günü 21.04.2005 tarihinde tarafların mahkemede boşandıklarını, kredi borçları bittiğinde kendisine taşınmazın devredileceği inancı ile davacının taşınmazın davalı adına tescilini kabul ettiğini, taşınmaza ait kredi borçları bittiği halde aralarındaki inançlı işleme aykırı olarak ve vekâlet görevini kötüye kullanarak davalının söz konusu taşınmazı müvekkiline devretmediğini, inançlı işlemin ispatı için yazılı belge gerekli ise de eşler arasında anlaşma yapılması hayatın olağan akışına uygun olmadığından tanık deliline dayanılabileceğini açıklayarak tapu kaydının iptali ile vekil edeni adına tapuya tesciline karar verilmesini istemiş, 15.12.2009 tarihli ıslah dilekçesi ile öncelikle tanık dinlenemeyeceğine ilişkin ara kararından dönülmesini aksi halde tapu iptali ve tescil talepleri baki kalmak üzere taşınmazın gerçek değerinin tespit edilip inançlı işlem yerine getirilmediğinden beklenen menfaatleri zarara uğratılan davacı lehine BK’nın 96.maddesine göre bu bedel tutarında tazminata hükmedilmesini, tazminat yönünden de tanık dinlenmesini talep etmiştir.
Davalı ... vekili, müvekkilinin eski eşini aldattığına dair beyanların konu ile ilgili olmadığını, bu husustaki hukuki ve cezai haklarını saklı tuttuklarını, daireyi davalının davacıya devredeceği iddiasının gerçek olmayıp kira ödemeden davacının oturmasına izin veren davalının iyiniyetinin istismar edildiğini, davalının iyiniyeti sebebiyle Kartal’daki dairenin yarı payını davacı üzerine yaptığını, araba, motosiklet aldığını, dava konusu dairenin tüm kredi borcunu davalının ödediğini, böyle bir boşanma tazminatı olmadığını, inançlı işleme dayanılmış ise de ortada iki tarafın haklarından feragat ettiğini içeren kesin hüküm bulunduğunu, davacının bizzat inançlı işlemin yazılı belge ile ispatlanması gerektiğini kabul ettiğini, taraflar arasında böyle bir anlaşma bulunmadığını açıklayarak haksız davanın reddini savunmuştur.
Aile Mahkemesi'nin görevli olduğundan bahisle Mahkemenin verdiği görevsizliğe ilişkin ilk kararın temyiz incelemesi sonunda Daire tarafından bozulması üzerine davaya genel mahkemede bakılarak yapılan yargılama sonunda Mahkemece, taraflar arasında yazılı inanç sözleşmesi olmadığı gibi yazılı delil niteliğinde belgede olmadığı,alım tarihinin boşanma davasından önce olmasının da yazılı delil başlangıcı sayılamayacağı gerekçesi ile davanın reddine karar verilmesi üzerine hüküm davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Taraflar 20.05.1999 tarihinde evlenmişler, 08.04.2005 tarihinde açılan boşanma davasının kabulüne ilişkin kararın 21.04.2005 tarihinde kesinleşmesi ile boşanmışlardır. Dava konusu Kadıköy 621 ada 270 parselde zemin kat 1 nolu daire 20.04.2005 tarihinde davalı ... adına satın alınarak tescil edilmiş, aynı tarihte davalı adına konut kredisi kullanılmış ve kredi 16.06.2009 tarihinde kapatılmıştır.
Bilindiği üzere; inanç sözleşmesi, inananla inanılan arasında yapılan, onların hak ve borçlarını belirleyen, inançlı muamelenin sona erme sebeplerini ve devredilen hakkın, inanılan tarafından inanana geri verme (iade) şartlarını içeren borçlandırıcı bir muameledir. Bu sözleşme, taraflarının hak ve borçlarını kapsayan bağımsız bir akit olup, alacak ve mülkiyetin naklinin hukuki sebebini teşkil eder.
İnançlı sözleşme yargısal kararlarda; inanılan tarafın elde ettiği hakkı, taraflarca güdülen amaç sona erdikten veya belirli bir süre geçtikten sonra, inanana veya üçüncü kişiye devretme taahhüdünü içeren bir anlaşma olarak tarif edilmiştir (HGK’nun 13.05.1992 gün ve 1992/14-249 E, 1992/323 K. sayılı kararı).
İnançlı işlemin taraflarını, inanan ve inanılan oluşturur. Bir hakkı ya da nesneyi, güvendiği bir kişiye inançlı olarak devreden kimseye “inanan” adı verilir. Devredilen hak veya nesneyi, kendisine ait bir hak olarak kendi yararına, doğrudan doğruya ve dolaylı olarak kullanan kişiye de “inanılan” denir. İnananın, inanılana inançlı olarak kazandırdığı hak ya da nesne ise “inanç konusu şey” olarak nitelenir. İnançlı bir işlemde, kazandırıcı işlemin tarafları ile borç doğuran anlaşmanın tarafları aynıdır.
İnançlı işlemde inanılan, hakkını kullanırken kararlaştırılan koşullara uymayı, amaç gerçekleşince veya süre dolunca hak veya nesneyi tekrar inanana (veya onun gösterdiği üçüncü kişiye) devretmeyi yüklenmektedir. İnançlı işlem, kazandırmayı yapan kişiye yani inanana belirli şartlar gerçekleşince, kazandırmanın iadesini isteme hakkı sağlayan bir sözleşmedir. Bu yükümlülüğün yerine getirilmemesi halinde, bunun dava yoluyla hükmen yerine getirilmesi istenebilir.
İnançlı işlemler, kişinin kendisini gizlemek amacıyla, teminat amacıyla veya alacaklıdan mal kaçırmak amacıyla da yapılabilecek işlemlerdir. Taraflar böyle bir sözleşme ve buna bağlı işlemle genellikle, teminat teşkil etmek veya idare olunmak üzere, mal varlığına dahil bir şey veya hakkı, aynı amacı güden olağan hukuki muamelelerden daha güçlü bir hukuki durum yaratarak, inanılana inançlı olarak kazandırmak için başvururlar.
Diğer bir anlatımla, bu işlemle borçlu, alacaklısına malını rehin edecek, yani yalnızca sınırlı ayni bir hak tanıyacak yerde, malının mülkiyetini geçirerek rehin hakkından daha güçlü, daha ileri giden bir hak tanır.
Sözleşmenin ve buna bağlı temlikin, değinilen bu özellikleri nedeniyle, hakkı inanç sözleşmesi ile satan kimsenin artık sadece, ödünç almış olduğu parayı geri vererek işlem konusu hakkın kendisine temlik edilmesini istemek yolunda bir alacak hakkı; inançlı işlem konusunu inanç sözleşmesi ile alan kimsenin de borcun ödenmesi gününe kadar başkasına satmamak ve borç ödenince de geri vermek yolunda bir borcu kalmıştır.
Diğer bir bakış açısıyla, inançlı işlem konusu hakkın mülkiyeti inanılana (alacaklıya) geçmiştir. İnançlı işlem konusu taşınmaz ise, taşınmazda inanarak satanın (borçlu) mülkiyet hakkı kalmadığı gibi, alıcının bu mülkiyet hakkı üzerinde kurulmuş olan bir rehin hakkından da söz edilemez.
İnanç sözleşmeleri, tarafların karşılıklı iradelerine uygun bulunduğu için, onlara karşılıklı borç yükleyen ve alacak hakkı veren geçerli sözleşmeler olduğundan (mülga 818
sayılı Borçlar Kanunu m. 81), anılan sözleşmelerde, taraflar, sözleşmenin kendilerine yüklediği hak ve borçları belirlerken, inançlı işlemin sona erme sebeplerini; devredilen hakkın inanılan tarafından inanana iade şartlarını, bu arada tabii ki süresini de belirleyebilirler. Bunun dışında, akde aykırı davranışın yaptırımına da sözleşmelerinde yer verebilirler. Buna dair akit hükümleri de mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 19 ve 20 maddelerine aykırılık teşkil etmediği sürece, geçerli sayılır.
İnanç sözleşmelerinin tarafları arasında, onların gerçek iradelerini ve akitten amaçladıklarını yansıtması bakımından geçerli olduğu; taraflarına Borçlar Kanunu çerçevesinde nispi haklarını talep etme olanağını verdiği tartışmasızdır.
Yeri gelmişken belirtilmelidir ki, inanç sözleşmeleri kaynağını mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 18. maddesi ile 05.02.1947 tarihli ve 20/6 sayılı Yargıtay İnançları Birleştirme Kararından almakta, bu karar dayanak yapılmak suretiyle çözüme gidilmektedir.
Söz konusu kararda; eski hukuka göre mümkün ve geçerli olan muvazaa ve nam-ı müstear iddialarının, Medeni Kanun’un yürürlüğünden sonra taşınmaz mallar hakkında dinlenip dinlenemeyeceği tartışılmıştır.
Anılan kararda; çeşitli sebep ve amaçlarla bir taşınmaz kaydına gerçek malik yerine başka bir nam ve bir sözleşmede akitlerden biri yerine üçüncü bir şahsın gösterilmesinin mümkün olduğu, bu gibi hallerde vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına yaptığı tasarruflarda olduğu gibi hukuki bir durum veya herhangi bir maksatla üçüncü şahıslardan gerçeği gizleme gayesi güdülebileceği, 'kötü niyetli ve haksız gizlemeler' dışında, belirtilen olasılıklara göre açılacak bir davanın, gerçekten, ya mevcut bir hakka dayanarak bir el değiştirme veya bir hakkın korunması niteliğini taşıyacağı; bu durumda, halefiyeti düzeltme amacıyla öncelikle mülkiyetin vekile aidiyeti düşünülse bile, temsil hükümlerine aykırı olduğundan bunun korunması ve devamına hükmolunamayacağı, zira Borçlar Kanunu’nun 'müvekkil vekiline karşı muhtelif borçlarını ifa edince vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına üçüncü şahıstaki alacağı müvekkilin olur' hükmünün bu düşünceyi doğruladığına değinildikten sonra sonuçta, nam-ı müstear davalarının dinlenebilir ve yazılı delil ile ispatının mümkün olduğuna, hükmolunmuştur.
İnançları Birleştirme Kararlarının konularıyla sınırlı, gerekçeleriyle açıklayıcı, sonuçlarıyla bağlayıcı bulunduğu tartışmasızdır. Belirtilen İnançları Birleştirme kararının sonuç bölümü uyarınca; inanç sözleşmesi olarak anılan belgenin sözleşmeye taraf olanların imzasını içermesi yeterli görülmüş olup, inanç sözleşmesine dayalı iddiaların şekle bağlı olmayan, tarafların imzasını taşıyan yazılı belge ile kanıtlanabileceği, inançlı işleme konu belgenin, akit tarihinden önce ya da sonra düzenlenmesinin sonuca etkili olmadığına hükmedilmiştir.
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun, 23.05.1990 gün ve 1990/1-2002 E. 1990/315 K.; 17.10.1990 gün ve 1990/14-325 E. 1990/492 K.; 29.06.2005 gün ve 2005/14-395 E. 2005/421 K.; 28.12.2005 gün ve 2005/14-677 E. 2005/774 K.; 01.07.2009 gün ve 2009/13-222 E., 2009/299 K. sayılı kararlarında da bu ilkeler benimsenmiş olup, bu kararlar, iyiniyet ve hakkaniyete ilişkin kuralların da hukukumuzun temeli olmasının bir sonucudur.
İnanç sözleşmelerinin hukuki dayanağını anlattıktan sonra uyuşmazlığın çözümünde faydalı olacağı düşünüldüğünden ispat hukuku açısından da konuya bakılması gerekmektedir.
İnançlı işlemi doğrudan düzenleyen bir kanun hükmü bulunmadığından, ispatı hakkında da kanunlarımızda bir hüküm yer almış değildir. İnançlı işlemin ana unsurları, inanç sözleşmesi ve kazandırıcı işlem (hakkın devri işlemi) nasıl özel bir şekle bağlı değilse, inançlı işlemin ispatında da, kural olarak özel bir biçim koşulunun aranmaması, inançlı işlemin ispatında genel hükümlerin uygulanması gerekir.
Buna göre, inançlı işlem nedeniyle iade, tazminat veya sözleşmenin feshini isteyen taraf 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu (TMK)’nun 6.maddesi uyarınca iddiasını ispat etmek zorundadır.
İnanç sözleşmeleri kaynağını Borçlar Kanunu'nun 18.maddesi ile 5.2.1947 tarihli ve 20/6 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararından almakta olup, sözü edilen bu karar uyarınca inanç ilişkisi kural olarak ancak, yazılı delille kanıtlanabilir. Bu yazılı delil, tarafların getirecekleri ve onların imzalarını taşıyan bir belge olmalıdır.
Esasen, yazılı şeklin, kanıtlama aracı olduğu ilkesinden hareketle uygulamada, yine ispat vasıtası olarak yemin (mülga 1086 sayılı HUMK.m.337), ikrar ve kabul tarafı bağlayıcı kabul edilmiş, davanın (iddianın) kanıtlanabileceği sonucuna varılmıştır.
Ancak, uygulama bununla da yetinmemiş, yazılı delil başlangıcı sayılabilecek belge ve vakıaların tamamlayıcı kanıtlarla (mülga 1086 sayılı HUMK.m.292), inanç sözleşmesinin varlığını kanıtlayabileceğini kabul etmiştir (Hukuk Genel Kurulu’nun 01.07.2009 gün ve 2009/13-222 E. 2009/299 K.; 14.07.2010 gün ve 2010/14-394 E. 2010/395 K. ile 15.04.2011 gün ve 2011/13-14 E. 2011/189 K. sayılı kararları).
Buna göre, inanç ilişkisinin varlığını kabul edebilmek için açıklanan nitelikte bir yazılı delil bulunmasa da, yanlar arasındaki uyuşmazlığın tümünü kanıtlamaya yeterli sayılmamakla beraber bunun vukuuna delalet edecek, karşı tarafın elinden çıkmış (inanılan tarafından el ile yazılmış fakat imzalanmamış olan bir senet veya mektup, daktilo veya bilgisayarla yazılmış olmakla birlikte inanılanın parafını taşıyan belge, usulüne uygun onanmamış parmak izli veya mühürlü senetler gibi) yazılı delil başlangıcı niteliğinde bir belgenin varlığı halinde; yazılı delil başlangıcı niteliğinde belge varsa, mülga 1086 sayılı HUMK’nun 292. maddesi uyarınca inanç sözleşmesi “tanık” dahil her türlü delille ispat edilebilir.
Tüm bu açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde, dosya muhtevasına, dava evrakı ile yargılama tutanakları münderecatına, mevcut deliller Mahkemece takdir edilerek karar verildiğine ve taktirde bir isabetsizlik görülmediğine, davacı tarafın inançlı işlem iddiasına dayanak bir yazılı belge sunamadığı gibi evlilik içinde olsa dahi yazılı delil başlangıcı niteliğinde az yukarıda açıklanan hususlara uygun bir belge de olmadığına, bu durumda tanık deliline dayanılamayacağına, tanıkla ispat mümkün olamayacağına, davacının iddiasında bildirdiği 07.10.1953 tarih 1953/8 esas 1953/7 karar sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu kararının olayda uygulanma imkanı bulunmadığına, 01.04.2010 tarihli yargılama oturumunda da davacı vekili yemin vermeyeceklerini, yemin teklifinde bulunmayacaklarını imzalı beyanı ile bildirdiğine göre Mahkemenin benzer gerekçelerle yazılı şekilde davanın reddine karar verilmesi doğru olduğundan davacı vekilinin yerinde olmayan temyiz itirazlarının reddi ile usul ve yasaya uygun görülen hükmün ONANMASINA, taraflarca HUMK'nın 388/4. (HMK m.297/ç) ve HUMK'nın 440/I. maddeleri gereğince Yargıtay Daire ilamının tebliğinden itibaren ilama karşı 15 gün içinde karar düzeltme isteğinde bulunulabileceğine, Yargıtay duruşmasının yapıldığı tarihte yürürlükte bulunan Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi hükümleri uyarınca 1.100,00 TL Avukatlık Ücreti'nin davacıdan alınarak Yargıtay duruşmasında avukat marifetiyle temsil olunan davalıya verilmesine ve 25,20 TL peşin harcın istek halinde davacıya iadesine 14.10.2014 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.