1. Hukuk Dairesi 2021/7377 E. , 2021/7968 K.
MAHKEMESİ :ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ
DAVA TÜRÜ : TAPU İPTALİ VE TESCİL
Taraflar arasında görülen tapu iptali ve tescil davası sonunda İlk Derece Mahkemesinden verilen hükmün Dairece oyçokluğuyla bozulması üzerine, verilen direnme kararına ilişkin dava dosyası Dairemize gönderilmiş olmakla, dosya incelenerek gereği görüşülüp düşünüldü:
-KARAR-
Dava, inançlı işlem hukuksal nedenine dayalı tapu iptali ve tescil isteğine ilişkindir.
Davacı, damadı ...’ın para ihtiyacı nedeniyle dava dışı ...’nun bankadan kullandığı 200.000,00 TL krediye teminat olmak üzere maliki olduğu ... ada ... sayılı parseldeki 11 no’lu bağımsız bölümü ...’a temlik ettiğini, kredi taksitlerinin damadı tarafından ödendiğini, ancak aralarında çıkan anlaşmazlık nedeniyle ...’un çekişmeli daireyi muvazaalı olarak davalı ...’ya satış göstererek devrettiğini, davalı ...’nın daireyi hiç görmeden satın aldığını, satış bedeli ile gerçek bedel arasında fahiş fark bulunduğunu ileri sürerek tapu kaydının iptali ile adına tescilini istemiştir.
Davalı, dava konusu taşınmazı dava dışı ...’ndan bedeli karşılığında satın aldığını, daha önce eşi ile birlikte sahip oldukları evi satıp elde ettiği paranın üzerine kredi temin ederek satış bedelini ödediğini, tapu kaydına güvenerek ve iyiniyetli olarak bağımsız bölümü satın aldığını bildirip, davanın reddini savunmuştur.
İlk Derece Mahkemesince, davacı tarafından dava dışı ... ile aralarındaki inançlı işlem iddiasını ispata yarar yazılı bir belge sunulmadığı, sunulan tarihsiz ve imzasız belgenin kabul edilemeyeceği, davalı ...’nın dava dışı ... ile birlikte hareket ettiğinin kanıtlanamadığı, davalının TMK’nın 1023. maddesi koruyuculuğundan yararlanacağı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiş, davacı vekilinin istinafı üzerine, İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 2. Hukuk Dairesince, HMK’nin 353/1.b.1 maddesi gereğince istinaf başvurusunun esastan reddine dair verilen kararın davacı vekili tarafından temyizi üzerine Dairece; “...Somut olayın özelliği itibariyle, taşınmazın son maliki bakımından iddianın incelenebilmesi için, davacı ile ilk el durumundaki dava dışı ... arasındaki hukuki ilişkinin muvazaalı olup olmadığının açıklığa kavuşturulması zorunludur. Ne var ki, davacının çekişmeli taşınmazı devrettiği ilk el durumundaki ... davada yer almamıştır....Tüm bu açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde, davacı ile ilk el durumundaki dava dışı ... arasındaki hukuki ilişkinin açıklığa kavuşturulabilmesi için dava dışı ...’un davada yer almasının zorunlu olduğu gözetilmeden sonuca gidilmiş olması hatalıdır....Hal böyle olunca, ilk el durumundaki ...’nun davada yer almasının sağlanması, ondan sonra yukarıda açıklanan ilkeler uyarınca davacı ile ... arasındaki temlikin inançlı olup olmadığının açıklığa kavuşturulması, davacı tarafından ...’a yapılan temlikin inançlı olduğunun saptanması durumunda, son kayıt maliki davalı ...’nın 4721 sayılı TMK'nın 1023. maddesi koruyuculuğundan yararlanıp yararlanamayacağının değerlendirilmesi, varılacak sonuç çerçevesinde bir karar verilmesi gerekirken, bu hususlar gözetilmeksizin yazılı olduğu üzere karar verilmesi doğru değildir...” gerekçesiyle Bölge Adliye Mahkemesinin kararı ortadan kaldırılarak İlk Derece Mahkemesi kararı oy çokluğuyla bozulmuş, azlık oyunda kararın onanması gerektiği görüşüne yer verilmiş, İlk Derece Mahkemesince önceki kararda direnilmiştir.
Dosya içeriği ve toplanan delillerden; davacı ...’in maliki olduğu dava konusu 11 nolu bağımsız bölümü 27.08.2010 tarihinde dava dışı ...’na, ...’un da 24.12.2013 tarihinde davalı ...’a satış suretiyle temlik ettiği anlaşılmaktadır.
Bilindiği üzere; inanç sözleşmesi, inananla inanılan arasında yapılan, onların hak ve borçlarını belirleyen, inançlı muamelenin sona erme sebeplerini ve devredilen hakkın, inanılan tarafından inanana geri verme (iade) şartlarını içeren borçlandırıcı bir muameledir.
Bu sözleşme, tarafların hak ve borçlarını kapsayan bağımsız bir akit olup, alacak ve mülkiyetin naklinin hukuki sebebini teşkil eder.
Taraflar böyle bir sözleşme ve buna bağlı işlemle genellikle, teminat teşkil etmek ve iade edilmek üzere, mal varlığına dahil bir şey veya hakkı, aynı amacı güden olağan hukuki muamelelerden daha güçlü bir hukuki durum yaratarak, inanılana inançlı olarak kazandırmak için başvururlar. Diğer bir anlatımla, bu işlemle borçlu, alacaklısına malını rehin edecek, yani yalnızca sınırlı ayni bir hak tanıyacak yerde, malının mülkiyetini geçirerek rehin hakkından daha güçlü, daha ileri giden bir hak tanır.
Sözleşmenin ve buna bağlı temlikin, değinilen bu özellikleri nedeniyle, taşınmazı inanç sözleşmesi ile satan kimsenin artık sadece, ödünç almış olduğu parayı geri vererek taşınmazını kendisine temlik edilmesini istemek yolunda bir alacak hakkı; taşınmazı, inanç sözleşmesi ile alan kimsenin de borcun ödenmesi gününe kadar taşınmazı başkasına satmamak ve borç ödenince de geri vermek yolunda yalnızca bir borcu kalmıştır.
Bilindiği gibi, inanç sözleşmeleri, tarafların karşılıklı iradelerine ... bulunduğu için, onlara karşılıklı borç yükleyen ve alacak hakkı veren geçerli sözleşmelerdir. (818 s. Borçlar Kanunu 818 s. Borçlar Kanunu'nun (BK). m.; 6098 s. Türk Borçlar Kanunu'nun (TBK) 97. m.) Anılan sözleşmelerde, taraflar, sözleşmenin kendilerine yüklediği hak ve borçları belirlerken, inançlı işlemin sona erme sebeplerini; devredilen hakkın inanılan tarafından inanana iade şartlarını, bu arada tabii ki süresini de belirleyebilirler. Bunun dışında, akde aykırı davranışın yaptırımına da sözleşmelerinde yer verebilirler. Buna dair akit hükümleri de TBK'nin 26 ve 27. maddelerine aykırılık teşkil etmediği sürece geçerli sayılır.
Uygulamada mesele, 05.02.1947 tarihli ve 20/6 sayılı İçtihadı Birleştirme kararı ile ilişkilendirilip, bu karar dayanak yapılmak suretiyle çözüme gidilmektedir. Söz konusu kararda; eski hukuka göre mümkün ve geçerli olan muvazaa ve nam-ı müstear iddialarının, Medeni Kanunun yürürlüğünden sonra taşınmaz mallar hakkında dinlenip dinlenemeyeceği tartışılmıştır. Anılan kararda; çeşitli sebep ve amaçlarla bir taşınmaz kaydına gerçek malik yerine başka bir nam ve bir sözleşmede akitlerden biri yerine üçüncü bir şahsın gösterilmesinin mümkün olduğu, bu gibi hallerde vekilin kendi namına ve müvekkili hesabına yaptığı tasarruflarda olduğu gibi hukuki bir durum veya herhangi bir maksatla üçüncü şahıslardan gerçeği gizleme gayesi güdülebileceği, “kötüniyetli ve haksız gizlemeler” dışında,belirtilen olasılıklara göre açılacak bir davanın, gerçekten, ya mevcut bir hakka dayanarak bir el değiştirme veya bir hakkın korunması niteliğini taşıyacağı; bu durumun da, temsil ve vekalet ilişkisinde, mülkiyette halefiyet esası olarak kabul edilmiş bir husus olup, halefiyeti düzeltme amacıyla öncelikle mülkiyetin vekile aidiyeti düşünülse bile, temsil hükümlerine aykırı olduğundan bunun korunması ve devamına hükmolunamayacağı, zira TBK'nin 509. maddesindeki “Vekilin, kendi adına ve vekâlet veren hesabına gördüğü işlerden doğan üçüncü kişilerdeki alacağı, vekâlet verenin vekile karşı bütün borçlarını ifa ettiği anda, kendiliğinden vekâlet verene geçer.” hükmünün bu düşünceyi doğruladığı, öte yandan gerek taşınır, gerek taşınmaz mallara ilişkin olsun nam-ı müstear hadiselerinde, meselenin bir istihkak ve mülkiyet davası niteliğini geçemeyeceğinden, ne resmi senet, ne de şekil meselesinin bahse konu olamayacağı, meselenin akitte ve isimde muvazaayı kapsamına alan TBK'nin 19. maddesi kapsamında düşünülmesinin kanunun amacına ... düşeceğine değinildikten sonra sonuçta, nam-ı müstear davalarının dinlenebilir ve yazılı delil ile ispatının mümkün olduğuna hükmolunmuştur.
İçtihadı Bileştirme kararlarının konularıyla sınırlı, sonuçlarıyla bağlayıcı bulunduğu tartışmasızdır. Nam-ı müstear için düzenleme getiren 1947 tarihli kararın, teminat amacıyla temlike dair inanç sözleşmelerini kapsadığı da kuşkusuzdur. Uygulamada anılan sözleşmeler gerek özü, gerek işleyişi açısından, genelde muvazaa, özelde ise nam-ı müstear başlıkları altında nitelendirilegelmektedir. Belirtilen İçtihadı Birleştirme Kararında da değinildiği üzere; inanç sözleşmeleri bir yandan mülkiyeti nakil borcu doğurması bakımından tarafları bağlayıcı, diğer yandan, mülkiyetin naklinin sebebini teşkil etmesi açısından tasarruf işlemlerini bünyesinde barındıran sözleşmelerdir. Bu durumda koşulların oluşması halinde taşınmaz mülkiyetini nakil özelliğini taşıdığı kabul edilmelidir. İçtihadı Birleştirme kararının sonuç bölümünde ifade olunduğu üzere, inançlı işleme dayalı olup dinlenilirliği kabul edilen iddiaların ispatı, şekle bağlı olmayan yazılı delildir. İnanç sözleşmesi olarak adlandırılan bu belgenin sözleşmeye taraf olanların veya inanılanın imzasını içermesi gereklidir. Bunun dışındaki bir kabul, hem İçtihadı Birleştirme kararının kapsamının genişletilmesi, hemde taşınmazların tapu dışı satışlarına olanak sağlamak anlamını taşıyacağından kendine özgü bu sözleşmelerle bağdaştırılamaz.
05.02.1947 tarihli 20/6 sayılı İçtihadı Birleştirme kararı uyarınca, inançlı işleme dayalı iddianın, şekle bağlı olmayan yazılı delille kanıtlanması gerekeceği kuşkusuzdur. Şayet, ispat külfeti kendisinde olan tarafın yazılı bir belgesi yok ise ancak taraflar arasında gerçekleştirilen mektup, banka dekontu, yazışmalar gibi birtakım belgeler var ise bunların delil başlangıcı sayılacağı ve iddianın her türlü delille kanıtlanmasının olanaklı hale geleceği sabittir. Şayet, delil başlangıcı sayılacak böylesi bir olgu da bulunmuyor ise iddia sahibinin son başvuracağı delilin karşı tarafa yemin teklif etme hakkı olduğu da şüphesizdir.
Öncelikle belirtilmelidir ki, bir davanın birden fazla kişi tarafından veya birden fazla kişi aleyhine açılabilmesi için aynı tarafta yer alanlar arasında hukuki bir bağlantının bulunması gerekir. Hukukumuzda bu bağlantı karşılığını dava arkadaşlığı kurumunda bulmakta olup, mecburi ve ihtiyari dava arkadaşlığı olmak üzere iki ana başlık altında usul kanununda yer almış, mecburi dava arkadaşlığı da yine kendi içinde maddi ve şekli olmak üzere ikili ayrıma tabi tutulmaktadır. Dava konusu olan hak, birden fazla kişi arasında ortak olup da bu hukuki ilişki hakkında mahkemece bütün ilgililer için aynı şekilde ve tek bir karar verilmesi gereken hallerde dava arkadaşlığının maddi bakımdan mecburi olduğunun kabulü gerekir. Diğer bir ifadeyle, bir hakkın birden fazla kişi tarafından birlikte veya birden fazla kişiye karşı kullanılmasının zorunlu olduğu hallerde, bu hak dava konusu edildiği zaman o hakla ilgili birden fazla kişi zorunlu dava arkadaşı durumundadır. Dava arkadaşlığının hangi hallerde mecburi olduğu maddi hukuka göre belirlenir. Mecburi dava arkadaşlığında; dava arkadaşları arasındaki ilişki çok sıkı olduğundan, davada birlikte hareket etmek durumundadırlar. Mahkeme ise, dava sonunda mecburi dava arkadaşlarının hepsi hakkında aynı ve tek bir karar verecektir. Mecburi dava arkadaşlığında dava konusu olan hak tektir ve dava arkadaşı sayısı kadar müddeabih bulunmamaktadır. Bazı hallerde ise, birden fazla kişiye karşı birlikte dava açılmasında maddi bir zorunluluk olmadığı halde, kanun; gerçeğin daha iyi ortaya çıkmasını, taraflar arasındaki hukuki ilişkinin doğru sonuca bağlanmasını sağlamak için, birden fazla kişiye karşı dava açılmasını usulen zorunlu kılmıştır ki, bu durumda şekli bakımdan mecburi dava arkadaşlığı söz konusudur. Böyle bir davada, dava arkadaşları hakkında tek bir karar verilmesi veya dava arkadaşlarının hep birlikte ve aynı şekilde hareket etme zorunluluğunun varlığından söz edilemez (HGK 2016/21-908 Esas, 2020/387 Karar).
Öte yandan bilindiği gibi, iptal ve tescil davalarının taşınmazın kayıt maliki aleyhine açılması zorunludur. Nitekim, eldeki dava da, kayıt maliki ... aleyhine açılmıştır.
Ancak, somut olayın özelliği itibariyle, taşınmazın son maliki bakımından iddianın incelenebilmesi için, davacı ile ilk el durumundaki dava dışı ... arasındaki hukuki ilişkinin inançlı işleme dayalı olup olmadığının açıklığa kavuşturulması gerektiğinde kuşku yoktur. Ne var ki, davacının çekişmeli taşınmazı devrettiği ilk el durumundaki ...’un davada yer alması sağlanmadan sonuca gidilmişdir.
Bu durumda, ilk el durumundaki ...’nun davada yer almasının sağlanması, ondan sonra yukarıda açıklanan ilkeler uyarınca davacı ile ... arasındaki temlikin inançlı olup olmadığının açıklığa kavuşturulması, davacı tarafından ...’a yapılan temlikin inançlı olduğunun saptanması durumunda, son kayıt maliki davalı ...’nın 4721 sayılı TMK'nın 1023. maddesi koruyuculuğundan yararlanıp yararlanamayacağının değerlendirilmesi gerektiği yönündeki bozma kararı yerinde olduğu için, bozma kararının düzeltilmesine gerek görülmediğinden, temyiz incelemesinin yapılmak üzere dosyanın 6763 sayılı Kanunun 43.maddesi ile değişik 6100 sayılı HMK'nın 373. maddesinin 5.fıkrası uyarınca görevli Yargıtay Hukuk Genel Kuruluna GÖNDERİLMESİNE, 16/12/2021 tarihinde oyçokluğuyla karar verildi.
-KARŞI OY-
2018/2379 Esas, 2019/4330 Karar sayılı 04.07.2019 tarihli bozma ilamına yazdığım ve İlk Derece Mahkemesinin direnme kararında belirtilen gerekçelerle kararın onanması gerektiği düşüncesinde olduğumdan, sayın çoğunluğun dosyanın Hukuk Genel Kuruluna gönderilmesi yönündeki görüşüne katılmıyorum.