21. Hukuk Dairesi 2015/13528 E. , 2016/6953 K.
Davacı, iş kazası sonucu maluliyetinden doğan maddi ve manevi tazminatın ödetilmesine karar verilmesini istemiştir.
Mahkeme ilamında belirtildiği şekilde, isteğin reddine karar vermiştir.
Hükmün, davacı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine temyiz isteğinin süresinde olduğu anlaşıldıktan ve Tetkik Hakimi tarafından düzenlenen raporla dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra işin gereği düşünüldü ve aşağıdaki karar tesbit edildi.
K A R A R
Dosyadaki yazılara, hükmün Dairemizce de benimsenmiş bulunan yasal ve hukuksal gerekçeleriyle dayanağı maddi delillere ve özellikle bu delillerin takdirinde bir isabetsizlik görülmemesine göre, davacı vekilinin yerinde bulunmayan bütün temyiz itirazlarının reddiyle usul ve kanuna uygun olan hükmün ONANMASINA, aşağıda yazılı temyiz harcının temyiz eden davacıya yükletilmesine, 19/04/2016 gününde oyçokluğuyla karar verildi.
KARŞI GÖRÜŞ
Dava, iş kazası nedeniyle davalılar aleyhine açılmış maddi ve manevi tazminat davasıdır.
İlk derece mahkemesince, CMK 253. maddesi gereğince ceza koğuşturması sırasında uzlaşma sağlandığından davanın reddine karar verilmiştir.
Karar, davacı vekilince temyiz edilmiştir.
Yüksek Özel Daire ilk derece Mahkemesi kararını oy çokluğuyla onamıştır.
Aşağıda anlatılacak gerekçelerle Yüksek Özel Daire sayın çoğunluğunun görüşüne katılmıyorum.
./..
Davacı 29.08.2013 tarihinde iş kazası geçirdiğini iddia ederek 2.000 TL maddi 100.000 TL manevi tazminat talepli dava açmıştır.
Davacı, hazırlık soruşturması sırasında 25.000 TL maddi-manevi tazminat bedeli karşılığında şüpheli ile davalı şirket temsilcileriyle uzlaştığını, ancak bu uzlaşmanın olay tarihinden iki ay sonra yapıldığını, o tarihlerde müzayaka halinde olduğunu, bu nedenle uzlaşmanın geçerli olmadığını iddia etmiştir.
Uzlaşma tutanağının incelenmesinde, davacının, uzlaşma edimi olarak 30 gün içinde havale ile şubesi adına gönderilmek üzere 25.000 TL (Yalnız yirmibeş bin) maddi manevi tazminat talep ettiği, aynı olayda 'inde yaralandığı, bu işçide 8.000 TL (Yalnız Sekizbin) maddi-manevi tazminat talep ettiği, ödemelerin çalıştıkları şirket . tarafından yapılacağının kararlaştırıldığı, uzlaşma tutanağının ve uzlaştırmacı tarafından imzalanıp 07.11.2013 tarihinde onaylandığı anlaşılmıştır.
Cumhuriyet Başsavcılığınca şüpheliler C.. Ö.. ve hakkında taksirle birden fazla kişinin yaralanmasına neden olmak suçundan dolayı 11.11.2013 tarihinde, uzlaşmada kararlaştırılan edimin 07.12.2013 tarihine bırakılması nedeniyle kamu davasının açılmasının ertelenmesine karar verildiği, daha sonra ise edimlerin yerine getirildiğinden bahisle 21.11.2013 tarihinde de koğuşturmaya yer olmadığı kararının verildiği anlaşılmıştır.
Dava; TBK’ nın 28. maddesinde gösterilen aşırı yararlanma hukuksal nedenine bağlı sözleşmenin hükümsüzlüğü ve buna bağlı olarak iş kazası sonucu uğranılan maddi ve manevi zararın tazmini davasıdır.
Uyuşmazlık, tarafların ceza koğuşturması safhasında uzlaşma sonucu düzenlenen ödeme ve ibra sözleşmesi sonucu, davacının artık aşırı yararlanma (sömürme, darda kalma) hukuksal nedenine dayanarak ayrıca maddi ve manevi tazminat davası açıp açamayacağı noktasında, toplanmaktadır.
İlk derece Mahkemesi, ret gerekçesini CMK’ nın 253. maddesine dayandırmıştır.
5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun 'Uzlaşma' kenar başlıklı 253. maddesine göre; (Değişik 06.12.2006-5560/24. md.) (1) Aşağıdaki şuçlarda, şüpheli ile mağdur veya suçtan zarar gören gerçek veya özel hukuk tüzel kişisinin uzlaştırılması girişiminde bulunulur.
a) Soruşturulması ve koğuşturulması şikâyete bağlı suçlar.
b) Şikâyete bağlı olup olmadığına bakılmaksızın, Türk Ceza Kanununda yer alan;
1)Kasten yaralama (üçüncü fıkra hariç madde 86; madde 88),
2)Taksirle yaralama (madde 89),
3)Konut dokunulmazlığının ihlali (madde 116),
4)Çocuğun kaçırılması ve alıkonulması (madde 234),
5) Ticari sır, bankacılık sırrı veya müşteri sırrı niteliğindeki bilgi veya belgelerin açıklanması (dördüncü fıkra hariç, madde 239),
Suçları.
İzmir Cumhuriyet Başsavcılığının hazırlık tahkikatına konu olayda, suç konusunun birden fazla kişinin yaralanmasına sebebiyet vermek suçu olduğundan, dava konusu olayın hazırlık soruşturmasında CMK'nın 253/2. bendi gereğince uzlaşma konusu içinde olduğu tereddütsüzdür.
Yine CMK’ nın 253/7. maddesine göre; 'Birden fazla kişinin mağduriyetine veya zarar görmesine sebebiyet veren bir suçtan dolayı uzlaştırma yoluna gidilebilmesi için, mağdur veya suçtan zarar görenlerin hepsinin uzlaşmayı kabul etmesi gerekir.'
Ayrıca CMK’ nın 253/8. maddesine göre ise; 'Uzlaşma teklifinde bulunulması veya teklifin kabul edilmesi, soruşturma konusu suça ilişkin delillerin toplanmasına ve koruma tedbirlerinin uygulanmasına engel değildir.'
./..
Cumhuriyet Başsavcılığının nolu hazırlık tahkikatının incelemesinde, müştekilerin dosyamızdaki davacı ile dava dışı diğer zarar gören olduğu, şüphelilerin ise C.. Ö.. ve oldukları, suçun taksirle birden fazla kişinin yaralanmasına neden olmak suçu olduğu ve uzlaşma tutanağında CMK’ nın 253/7 maddesi doğrultusunda imzaların tamam olduğu anlaşılmıştır.
CMK’ nın 253/19. maddesine göre de; 'Uzlaşma sonucunda şüphelinin edimini defaten yerine getirmesi halinde, hakkında koğuşturmaya yer olmadığı kararı verilir. Edimin yerine getirilmesinin ileri tarihe bırakılması, takside bağlanması veya süreklilik arz etmesi halinde, 171. maddedeki şartlar aranmaksızın, şüpheli hakkında kamu davasının açılmasının ertelenmesi kararı verilir. Erteleme süresince zamanaşımı işlemez. Kamu davasının açılmasının ertelenmesi kararından sonra, uzlaşmanın gereklerinin yerine getirilmemesi halinde, 171. maddenin dördüncü fıkrasındaki şart aranmaksızın, kamu davası açılır. Uzlaşmanın sağlanması halinde, soruşturma konusu suç nedeniyle tazminat davası açılamaz; açılmış olan davadan feragat edilmiş sayılır. Şüphelinin, edimini yerine getirmemesi halinde uzlaşma raporu veya belgesi; 09.06.1932 tarihli ve 2004 sayılı İcra ve İflas Kanununun 38. maddesinde yazılı ilam mahiyetini haiz belgelerden sayılır.''
İzmir Cumhuriyet Başsavcılığı şüphelilerin edimlerini yerine getirdiğinden 21.11.2013 tarihinde CMK'nın 253/19. maddesi gereğince, koğuşturmaya yer olmadığına karar vermiştir.
Somut olayda uzlaşma tarihi 07.11.2013 yılı olup, davacı olay tarihi olan 29.08.2013 tarihinden itibaren yaklaşık iki ay gibi kısa bir zaman sonra uzlaşmaya razı olmuştur.
Davacı maddi ve manevi tazminat davasını ise müzayaka (gabin) hukuksal nedenine dayandırmıştır.
01.07.2012 tarihinde yürürlüğe giren Türk Borçlar Kanununun 'Aşırı Yararlanma' kenar başlıklı 28. maddesinin 2. paragrafında; 'Zarar gören bu haklarını düşüncesizlik veya deneyimsizliğini öğrendiği; zor durumda kalmada ise, bu durumun ortadan kalktığı tarihten başlayarak bir yıl ve her halde sözleşmenin kurulduğu tarihten başlayarak beş yıl içinde kullanabilir' hükmü getirilmiştir.
Taraflar arasında hazırlık tahkikatı sırasında imzalanan uzlaşma sözleşmesi 07.11.2013 tarihlidir. Davacı müzayaka (darda kalma) hukuksal nedenine dayalı maddi ve manevi tazminat davasını ise 05.05.2014 tarihinde ikame etmiştir. Yasada yer alan bir yıllık süre hak düşürücü süre olup bu sürenin resen gözetilmesi gerekmektedir. Somut olayda dava sözleşmenin imzalanmasından itibaren her halükarda bir yıllık hak düşürücü süre içinde açılmıştır.
Eski 818 sayılı BK'nın 'Gabin' kenar başlıklı 21. maddesinde; ' Bir akitte ivazlar arasında açık bir nispetsizlik bulunduğu takdirde, eğer gabin mutazarrırın müzayaka halinde bulunmasından veya hiffetinden yahut tecrübesizliğinden istifade suretiyle vukua getirilmiş ise, mutazarrır bir sene zarfında akdi feshettiğini beyan ederek verdiği şeyi geri alabilir.
Bu müddet akdin inikadından itibaren cereyan eder' denilmektedir.
Dava tarihindeki yürürlükteki TBK'nın 'Aşırı yararlanma' kenar başlıklı 28. maddesinde ise; 'Bir sözleşmede karşılıklı edimler arasında açık bir oransızlık varsa, bu oransızlık zarar görenin zor durumda kalmasından veya düşüncesizliğinden ya da deneyimsizliğinden yararlanılmak suretiyle gerçekleştirildiği takdirde, zarar gören, durumun özelliğine göre ya sözleşme ile bağlı olmadığını diğer tarafa bildirerek edimin geri verilmesini ya da sözleşmeyle bağlı kalarak edimler arasındaki oransızlığın giderilmesini isteyebilir.' hükmü düzenlenmiştir.
TBK'nın 28. maddesi 818 sayılı Borçlar Kanunun 21. maddesini karşılamaktadır. 818. Sayılı BK'nun 21. maddesindeki 'Gabin' kenar başlığı TBK'nın 28. maddesinde 'Aşırı Yararlanma' olarak değiştirilmiştir.
.
818 sayılı Borçlar Kanunundan farklı olarak maddenin birinci fıkrasında, aşırı yararlanma durumunda zarar görene, sözleşmeyle bağlı olmadığını diğer tarafa bildirerek ediminin geri verilmesini isteme yanında sözleşmeye bağlı kalarak edimler arasındaki oransızlığın giderilmesini isteme hakkıda tanınmıştır.
Maddenin ikinci fıkrasında bir yıllık sürenin sözleşmenin kurulduğu tarihte değil öğrenme veya zor durumun ortadan kalktığı tarihten başlaması kabul edilmiştir. Ayrıca zarar görenin sözleşmeyle bağlı olmama iradesini diğer tarafa açıklayabileceği 10 yıllık ( Adalet Komisyonunun yaptığı değişikliğe göre 5 yıllık ) azami (mutlak) bir süre öngörülmüş ve bu sürenin başlangıcı, bütün durumlarda sözleşmenin kurulduğu tarih olarak benimsenmiştir. Öte yandan, öğretide ileri sürülen görüşlere uygun olarak, aşırı yararlanmanın söz konusu olduğu bir sözleşmede zarar görenin, her zaman sadece sözleşmeyle bağlı olmaktan kurtulması yerine oransızlığın giderilmesini istemek suretiyle sözleşmeyle bağlılığını sürdürmesi olanağı da tanınmıştır. (Bkz. TBK. 28. maddesinin Meclis gerekçesi)
Bu durumda, her ne kadar CMK'nın 253/19. maddesinde uzlaşmanın sağlanması halinde, soruşturma konusu suç nedeniyle tazminat davası açılamaz, açılmış olan davadan feragat edilmiş sayılır hükmü getirilmişse de, davacı müzayaka halinde kalmış ise Borçlar Hukukunun genel ilkeleri doğrultusunda, TBK'nın 28. maddesine göre hak düşürücü süre içerisinde her zaman sözleşme ile bağlı olmadığını ileri sürerek ediminin geri verilmesini ya da sözleşmeye bağlı kalarak edimler arasındaki oransızlığın giderilmesini isteme hakkı bulunmaktadır.
Gabin sözlükte 'Alışverişte satın alınan mala ödenen karşılığın, malın değerinden çok fazla olması, alışverişte hile yapma, edimler arasında açık oransızlık' olarak tarif edilmiştir. (TDK Türkçe Sözlük -2011)
İsviçre Borçlar Kanununun 21. maddesinde gabin şöyle açıklanmıştır. 'Taraflardan birinin zaruret içinde olması, tecrübesizliği veya düşüncesizliğinin diğer tarafça istismar edilmesi suretiyle yapılan bir akitde eda ile, mukabil eda arasında açık bir nispetsizlik meydana getirilmişse, zarara uğrayan kimse, bir yıllık süre içinde, akitle bağı olmadığını bildirebilir ve eda ettiğini geri isteyebilir.
Bir senelik süre, akdin inikadı ile başlar.'
Müzayaka halinin ( gabin/ aşırı yararlanma ) 818 sayılı BK'nın 21. maddesinde, TBK'nında 28. maddesinde tarifi yapılmıştır.
Peki aşırı yararlanma, sömürme, darda kalma (gabin) öğretide nasıl açıklanmaktadır.
'Edim ile karşı edim arasında bir oransızlık (nispetsizlik) bulunduğu, çok düşük olan karşı edim için çok yüksek bir edim veya bunun aksine, çok yüksek olan bir karşı edim için, düşük bir edim taahhüt olunduğu takdirde 'aşırı yararlanmadan' (gabin) den söz edilir. Acaba bir malın nispetsiz derecede yüksek satın alınmasına veya nispetsiz derecede düşük satılmasına, pek düşük bir ücret karşılığı bir hizmet sözleşmesi yapılmasına karşı hukuk düzeni nasıl bir koruma sağlamalıdır. Aşırı yararlanma kurumu tıpkı hukuka, ahlaka aykırılık ile imkansızlık gibi sözleşme serbestisini sınırlamaktadır. Çünkü bu kurumda, edim ve karşı edimlerin çerçevesi konusunda kişilerin serbestilerine bir sınır çizmiştir. Öte yandan aşırı yararlanma konusu bütün iki yanlı sözleşmelerde uygulama alanı bulur.' (Tunçomağ - Türk Borçlar Hukuku Genel Hükümler - 1976- Sayfa 380)
'Kural olarak, edimler arasındaki kıymet farkının az veya çok olması tarafların bileceği bir iştir. Edimlerin eş değerde veya birbirine yakın değerde olmaları, sözleşmenin geçerliliği için aranan bir şart değildir. Bununla beraber edimler arasındaki oran meselesini her türlü kontrolün dışında tutmak, zayıf tarafın kuvvetli olan karşısında ezilmesine sebep olabilir. Edimlerin karşılıklı değerlerini tayinde taraflara tanınan özgürlük, kuvvetlinin zayıfı sömürmesine dönüştüğü zaman artık hukuk düzeni buna müdahale etmelidir. Gabin, karşılıklı taahhütleri ihtiva eden bütün sözleşmelerde söz konusu olabilir. Buna karşı, tek taraflı işlemlerde ve taraflardan yalnız birine borç yükleyen sözleşmelerde gabinden bahsedilemez.' (Tekinay- Borçlar Hukuku Genel Hükümler- 1993- Sayfa 458)
'Aşırı yararlanma (gabin) edimler arasında açık nispetsizliğin ürünüdür. BK. 21'e göre eğer aşırı yararlanma (gabin) darda (müzayakada) kalmasından (gene, Notluge), hafifliğinden (legenete, leichtsinn) veya tecrübesizliğinden (lnex-prience, Uner fahrenheit) yararlanmak suretiyle olmuşsa zarar gören, sözleşmenin akdedilmesinden itibaren bir yıl içinde sözleşmeyi feshettiğini açıklayarak verdiği şeyi geri alabilir. Böyle bir düzenlemenin tarihsel gelişiminde 'doğru fiyat' (juste prix) denilen ahlaki ilke yatar.' (Fahiman Tekil - Borçlar Hukuku - 1980 sayfa 97)
'İki tarafa borç yükleyen (karşılıklı) sözleşmelerde taraflardan birinin diğer tarafın zayıf durumundan (zor durumunda bulunmasından), hafifliğinden veya tecrübesizliğinden yararlanmak suretiyle edimler arasında açık bir nispetsizliğe yol açmasına sömürme (lesion, lesione, übervorteilung) denilir.' (Aytekin Ataay- Borçlar Hukukunun Genel Teorisi- 1995- Sayfa 269)
'Tarafların yapmış oldukları sözleşmede, borçlandıkları edim ve karşı edim arasında açık bir oransızlık bulunabilir. Gerçekten taraflardan birinin borçlandığı edim, diğerinin ediminden açık bir şekilde fazla veya az olabilir. Ancak, edimler arasında mevcut olan her açık oransızlık aşırı yararlanmayı meydana getirmez. Zira sözleşme hukukunda geçerli olan irade özerkliği ve sözleşme özgürlüğü ilkeleri gereğince taraflar sözleşmenin şartlarını, dolayısıyla edim ve karşı edim arasındaki denge ve oranı diledikleri gibi kararlaştırabilirler. Kanun bu konuda edimler arasında bulunması gereken denge ve oran hususunda objektif bir ölçü koymuş değildir. Yalnız, taraflardan biri karşı tarafın içinde bulunduğu zayıf durumdan yararlanarak onu sömürmek isteyebilir. İşte aşırı yararlanmadan bahsedebilmek için edim ve karşı edim arasındaki açık oransızlık, taraflardan birinin diğerinin içinde bulunduğu zayıf durumdan yararlanmak suretiyle gerçekleştirilmelidir.
Kanun koyucu TBK. m. 28'i düzenlemekle sözleşmede zayıf olan tarafa edimler arasındaki değer ilişkisini gözden geçirme ve şartları gerçekleşmişse aşırı yararlanmaya dayanarak sözleşmeyi iptal etme ya da edimler arasındaki oransızlığın giderilmesini isteme imkanı vermiştir.'(Fikret Eren - Borçlar Hukuku Genel Hükümleri -2012- Sayfa 417)
'Borçlar Kanunu aşırı yararlanmayı bir irade bozukluğu hali olarak öngörmemiştir. Bu nedenle, aşırı yararlanma irade bozukluğu sebepleri arasında değil sözleşmenin kurulması (akdin inikadı) ile ilgili hükümler arasında düzenlenmiştir. Buna göre, aşırı yararlanmada sözleşmenin kurucu unsurlarıyla ilgili bir kurumdur.
Borçlar Hukukunda sözleşmeler alanında yer alan en önemli temel ilkelerden biriside sözleşme özgürlüğüdür. Sözleşme özgürlüğü, tarafların diledikleri koşullarda sözleşme yapabilme özgürlüğünü de kapsar. Bunun sonucu olarak, taraflar sözleşmenin koşullarını ve karşılıklı olarak edimlerini diledikleri gibi belirleyebilirler. Ancak tarafların bu koşulları ve karşılıklı edimleri tayin ederlerken, diğer tarafın içinde bulunduğu olumsuz koşullardan yararlanılmış, bu olumsuz koşullar nedeniyle bir taraf haksız yararlar temin etmişse, buna rağmen sözleşmenin geçerli olduğunu iddia etmek adalet duygularını sarsabilir. İşte aşırı yararlanma denilen kurum bu amaçla kabul edilmiştir. Aşırı yararlanma, taraflardan birinin içinde bulunduğu olumsuz koşulların, diğer tarafın sömürülmesini ve dolayısıyla aşırı yararlanılmasını engelleyen bir hukuksal koruma yoludur.' (Ahmet Kılıçoğlu - Borçlar Hukuku Genel Hükümler - 2012 - Sayfa 215)
'Taraflardan birinin diğer tarafın zor durumundan, deneyimsizliğinden (tecrübesizliğinden) veya düşüncesizce hareket etmesinden yararlanarak bir sözleşmenin kurulmasını sağlaması ve bu sözleşmede karşılıklı edimler arasında açık bir oransızlığın bulunması haline aşırı yararlanma denilmektedir. Edimler arasında açık bir oransızlığın bulunup bulunmadığı (objektif koşul), taahhüt edilen edimlerin sözleşmenin kurulması anındaki objektif değerlerine göre belirlenir. Aşırı yararlanmadan söz edebilmek için ayrıca bir tarafta zor durumda kalma, deneyimsizlik veya düşüncesizlik hallerinden birisinin bulunması ve diğer tarafın bu durumu bilerek ve hatta bu durumdan yararlanma kastıyla hareket etmiş olması gerekir. (Sübjektif koşul) Somut olayda bu koşulların gerçekleştiği her türlü delille ispat edilebilir. Aşırı yararlanmanın varlığı halinde, buna maruz kalan taraf sözleşme ile bağlı olmaz. Sözleşme baştan itibaren her iki taraf içinde hüküm doğurmaz.' (Haluk N. Nomer- Borçlar Hukuku Genel Hükümler - 2013- Sayfa 78)
'Sözleşme özgürlüğü, liberal hukuk teorisinin ve piyasa ekonomisinin vazgeçilmezi haline gelmiş en temel ilkesidir. Ancak bireylerin sözleşme özgürlüğü tıpkı diğer bütün özgürlükler gibi sınırsız değildir.
Zayıf durumda olanı korumak ve sözleşme ilişkisi içerisinde güçlü konumda olan kişinin zayıf olan tarafı sömürmesine, ekonomik olarak mahvına yol açmasına engel olmayı amaçlayan aşırı yararlanma kavramanın sadece hukuk teorisi ile açıklanamayacağı açıktır. Aşırı yararlanma kavramı karmaşık ekonomik, felsefi, sosyolojik ve hukuki ilişkileri bir bütün olarak bünyesinde barındırmaktadır.
Türk pozitif hukukunda aşırı yararlanma kavramından söz edebilmek için bir takım şartların, aynı zaman diliminde bir arada bulunması gerekmektedir ve bu şartların neler olduğu TBK m. 28'de açıkça belirtilmiştir.
Öğretide aşırı yararlanma kavramına dair bir çok tanımlama yapılmıştır. Fakat bu tanımlamaların 01.07.2012 tarihi itibariyle yürürlükte olan hukuk göz önüne alınarak güncellenmesi gerekmektedir. Buna göre, iki tarafa borç yükleyen sözleşmelerde, sözleşmenin kurulması anında taraflardan birinin zor durumda olmasını veya deneyimsizliğini veya düşüncesizliğini karşı tarafın bilip, bu durumu sömürme kastı ile kullanması sonucunda edimler arasında açık bir oransızlığın meydana gelmesine aşırı yararlanma denir. Aşırı yararlanma kavramını bu şekilde tanımlamak, elbette ki tarihsel bir arka planla birlikte okunduğunda daha anlamlı olacaktır. Zira; TBK düzenlemesi her ne kadar oldukça yeni olsa da, tarihsel kökenleri ve BK'nın aşırı yararlanma kavramını ele alış biçimi, yürürlükte olduğu dönemde uygulamanın anılan kurumu değerlendirişi, hem bu tanımın geçerliliğinin hem de kanun koyucunun hükmü getiriş amacına hizmet edip etmediğinin belirlenmesinde yol gösterici olacaktır.' (Seda İrem Çakırca- 6098 sayılı Türk Borçlar Kanununa Göre Aşırı Yararlanma Kavramı - 2015- Sayfa 15-16)
'Sözleşme (kural olarak) taraflar, ona uygun davranmaya razı olduklarında ve bu rıza hakkı bir vekaletin meyvesi olduğunda 'meşru' addedilir. Taraflardan birinin bu sözleşme ile iyi veya kötü, hatta çok iyi veya çok kötü bir iş yapmış olmasının önemi yoktur.
Bununla birlikte, ehliyet eksikliği veya irade bozukluğu sonucu çıkan imkanların yanında, kanun taraflardan birine, diğerinin aşırı bir avantaj elde etmesi halinde, özel şartlar altında devreye girebilecek olan özel bir koruma sağlamıştır. (bkz. UNIDROIT 3. 10; PECL 4: 109; DCFR II- 7:207) Bu koruma, aşırı yararlanma rejimi tarafından sağlanmaktadır.
TBK. 28'e göre, taraflardan birinin kendisininkiyle aşırı orantısız olan bir edim vaadi elde etmek için diğer tarafın zayıflığından yararlanması halinde aşırı yararlanma (gabin, la lesion; die Übervurteilung; la Lesione; lat.; laesio enormis) söz konusu olur.
Kanundaki yerindende anlaşılabileceği üzere bu kurum konu sakatlığı (oransızlık) ve irade bozukluğu (zayıflıktan yararlanma) arasında yer almaktadır. Kanunun aşırı yararlanma halinde zarar görenin irade beyanında bulunarak bir sene içinde borcundan kurtulabilmesini düzenlemesi (TBK 39) irade bozukluğu halleri ile yakınlığını gösterir. Aşırı yararlanma, ceza hukukundaki tefecilik yasağının bir yansıması olarak görülebilir. (bkz. TCK. 241)
./..
TBK 28'de, TBK. 39'a paralel bir şekil de '...sözleşme ile bağlı olmadığını diğer tarafa bildirerek...' ifadeleri yer almakta ve ayrıca, aşırı yararlanmaya maruz kalan tarafın, '...sözleşme ile bağlı kalarak edimler arasında ki oransızlığın giderilmesini isteme' hakkı düzenlenmiştir. Bu ifadelerden, Türkiye'de kanun koyucunun gerçek anlamda 'iptal edilebilirlik' rejimini tercih ettiği sonucuna varılabilir.' (Pierre Tercier- Pascal Pichonnaz - H. Murat Develioğlu - Borçlar Hukuku Genel Hükümler - 2016- Sayfa 837 vd.)
Aşırı yararlanma kavramı konusunda öğretideki açıklamalardan sonra, birde bu kurumun unsurlarınıda açıklamakta fayda bulunmaktadır.
TBK madde 28'de unsurlar şöyle açıklanmıştır. Bir sözleşmede öncelikle karşılıklı edimler arasında açık bir oransızlık bulunacak. Bunun yanında bu oransızlık zarar görenin zor durumda kalmasından veya düşüncesizliğinden ya da deneyimsizliğinden yararlanılmak suretiyle meydana gelecek. Bu iki unsur öğretide objektif ve subjektif unsur olarak açıklanmaktadır.
Bu konuda öğretide görüşler şöyledir.
'Gabin, karşılıklı taahhütleri ihtiva eden bütün sözleşmelerde söz konusu olabilir. Buna karşı, tek taraflı işlemlerde ve taraflardan yalnız birine borç yükleyen sözleşmelerde gabinden bahsedilemez.
Gabinin (aşırı yararlanmanın) biri objektif diğeri de subjektif olmak üzere iki unsuru vardır.
Objektif unsur, karşılıklı edimler arasındaki açık değer farkından ibarettir. Böyle açık bir değer farkının, diğer söyleyişle oransızlığın bulunup bulunmadığı, edimlerden her birinin sözleşme kurulurken, taşıdığı ekonomik kıymet araştırılarak tayin edilir. Bu karşılaştırma yapılırken edimlerden birinin diğerinden daha değerli olup olmadığına değil, edimlerin değerleri arasında açık bir fark, göze çarpan bir oransızlık bulunup bulunmadığına önem verilecektir.
Subjektif unsur taraflardan birinin diğeri tarafından sömürülmesi olarak ifade edilebilir. Kanun edimler arasındaki açık oransızlığın ancak şu şartla gabin teşkil edeceğini kabul ediyor: Eğer sözü edilen oransızlık, zarar görenin müzayaka halinde bulunmasından veya hiffetinden, yahut tecrübesizliğinden istifade suretiyle meydana getirilmişse.
Müzayaka, esas itibariyle ciddi bir mali sıkıntı ifade eder. Bir kimse böyle bir sıkıntı için de, diğer tarafın ileri sürebileceği ağır şartlara kolaylıkla razı olabilir. Müzayaka mutlaka fakir olmayı ifade etmez. Servet sahibi bir kimsede ani olarak para sıkıntısı içine düşebilir.
Hafiflik olaylar karşısında aşikar güçsüzlüğü kapsayan bir irade zayıflığıdır. Çok yaşlı veya çok genç insanlarda daha sık görülen hafiflik hali, bir kimsenin kendi menfaatlerini iyi hesaplamadan karar vermedeki düşüncesizliğini veya aceleciliğini anlatır.
Tecrübesizlik, iş hayatını yeteri kadar bilmemek ve ekonomik değerler arasında karşılaştırma yapabilmek için gerekli bilgi seviyesine ulaşmamış olmak anlamına gelir. Hafiflik bir irade zayıflığı olduğu halde, tecrübesizlik bir bilgi zayıflığıdır; işlere karşı yabancılıktır.' (Bkz. Tekinay- Akman - Burcuoğlu- Altop - Borçlar Hukuku Genel Hükümler - 1993 - Sayfa 458 vd.)
Yine bu doğrultuda Tercier- Pichonnan ve Develioğlu şu izahta bulunmuştur.
'Aşırı yararlanmaya maruz kaldığını ileri süren kişi iki şartın gerçekleştiğini ispatlamak durumundadır.
Vaat edilen edimler arasında açık oransızlık bulunması gerekir. Bir sözleşmede edimler arasında bir oransızlık olması olağan bir durumdur ve sözleşmenin geçersizliğinin gündeme gelmesi için yeterli değildir. Aşırı yararlanmadan söz edebilmek için özel bir sebebe dayanarak dahi açıklanamayacak derecede önemli bir oransızlık olmalı ve bu oransızlık edimleri mantık kuralları çerçevesinde kıyaslayan herkesin gözüne batmalıdır. Bu aşırı yararlanmanın objektif şartıdır.
İkinci şart diğer tarafın zayıflığından yararlanmak gerekmektedir. Edimler arasında objektif oransızlık, aşırı yararlanmadan söz edebilmek için yeterli değildir; ayrıcı zarar görenin diğer tarafın kendi içinde bulunduğu zayıflık halini ve bu durumdan bilinçli olarak (kasıt unsuru ) yararlandığını ispat etmesi gerekir. Bu aşırı yararlanmanın subjektif şartıdır.
Kanun örnek kabilinden üç zayıflık hali saymıştır. (Karş UNIDROIT 3.10 Ia; PECL4; 109La; DCFRII-7:207La) Zor durumda olma, deneyimsizlik, düşüncesizlik” (Tercier-Pıchonnaz-Develioğlu-Borçlar Hukuk Genel Hükümler-2016-sayfa 842 vd.)
Aşırı yararlanmanın unsurları açısından öğretide diğer görüşlerde söyledir.
“Edimler arasında aşırı oransızlık (objektif unsur) 818 sayılı BK madde 21'de açık oransızlık sözleriyle anlatılmıştır. Şu halde edimler arasında oransızlık aşikar olmalı, işten anlayan herkesin gözüne çarpacak yükseklikte bulunmalıdır. Bu hususu saptarken yargıç, edimin sözleşmenin yapıldığı andaki objektif değerini esas almak zorundadır.
Subjektif unsur ise, karşı yanın özel durumu, onun darda kalması (müzayakası), hafifliği (hiffeti) veya tecrübesizliği halinde ortaya çıkar. Bu haller yasada sınırlı olarak sayılmıştır. Öte yandan, aşırı yararlanmanın varlığından söz edebilmek için, darda kalma, hafiflik ve tecrübesizliğin birlikte buulunmasına gerek yoktur; bu hallerden bir tanesinin gerçekleşmesi bile, öbür koşullarda varsa yetişir.
Darda kalma (müzayaka) BK madde 21'de sayılı hallerden en önemlisidir. Bu terim sadece ekonomik ihtiyaçları değil aynı zamanda kişisel ve bedensel ihtiyaçlarıda içerir.
Hafiflik (hiffet), iş konusunda eksik yetenek, ileriyi görememe durumunda bulunmayı anlatır. Bu durumdaki kimseler temyiz kudretinden yoksun değildirler; fakat akıl va zeka yönünden gerekli ölçüde gelişmemişlerdir. Sonra hafiflikten yararlanma bazen aldatma (hile) ile de birleşebilir.
Deneyimsizliğe (tecrübesizlik) gelince, burada daha çok gençler söz konusu olacağı için, kural olarak, işlem ehliyetsizliğine ilişkin kurallar uygulanacaktır. Ancak istisnai bazı durumlarda, eksik öğretim veya uzmanlık yönünden büyüklerinde BK 21 anlamında deneyimsiz (tecrübesiz) sayılabilmesi olasılığı doğabilecektir.' (Tunçomağ- Türk Borçlar Hukuku Genel Hükümler-1976- Sayfa 380 vd, bu doğrultudan benzer bkz. Tekil, s 97, Ataay, S 269, Çakırca, s 127 vd., Eren, s 418 vd., Kılıçoğlu s 216 vd.)
Sayın Tunçomağ TBK m. 28'de (818 sayılı BK m. 21) açıklanan aşırı yararlanma kavramını sözleşme özgürlüğüne getirilen bir sınırlama olması sebebiyle istisnai bir kurum olduğundan, bu maddede sayılan hallerin dar yorumlanması gerektiğini savunmuştur. Aksi bir tutumun, TBK m. 28'in istisnai niteliğine aykırı olacağı ileri sürülmüş ve şartları gerçekleşmişse zor durumda kalma, düşüncesizlik veya deneyimsizliğin yokluğunda TBK m. 27 hükmüne ve irade bozukluğu hallerine başvurulabileceği belirtilmiştir. (bkz. Tunçomağ, s. 383)
''Günümüzde hakim görüş ise aşırı yararlanılmada bulunması gereken subjektif şartların, TBK m. 28'in metninde sayılanlarla sınırlı olarak ele alınmaması gerektiğini iddia etmektedir. Buna göre, zor durumda, düşüncesiz ve deneyimiz olmak halleri kanunda sadece örnek kabilinden sayılmıştır. Dolayısıyla; alkol ve uyuşturucu bağımlılığı gibi, ileri derecede yaşlılık, şaşkınlık veya aşırı yorgunluk, bir kişiye bağımlı olmaktan kaynaklanan minnet duygusu içersinde olmakta sözleşme tarafının zayıf konumda olmasına yol açabilir.'' (Seda İrem Çakırca-6098 Sayılı Türk Borçlar Kanununa Göre Aşırı Yararlanma Kavramı-2015-Sayfa 165 vd)
Sayın Kocayusufpaşaoğlu'nun bu husustaki görüşleri şöyledir.
'Türk Hukukunda hakim olan ve eski İsviçre öğretisinde kabul edilen görüşe göre, BK. 21'de öngörülen üç hal sınırlayıcı (tahdidi) olarak gösterilmiştir ve bunların dışında kalan herhangi bir zayıflık durumuna dayanarak BK. m 21'den yararlanmak imkanı yoktur.
Bugün İsviçre öğretisindeki büyük çoğunluk tarafından kabul edilen hakim görüş ise, BK. m.21'deki sayımın sırf örnek göstermek kabilinden olduğunu, bu sebeple kanunda öngörülen üç hal dışında kalan ve bunlarla kıyaslanabilen başka hallerde de (örneğin 'uyuşturucu veya alkol bağımlılığı', ileri derecede yaşlılık', 'hasta veya bitik olma durumları', 'bir kimseye karşı minnet duygusu içinde olmak', 'saldırgan satış metodlarının etkisi altında kalmak' vs.) BK. m.21'in uygulama alanı bulabileceği kabul ediyor.
Bu görüşlerden hangisine üstünlük tanımak gerekir. Kanunun ifade tarzında, maddedeki sayımın sırf örnek vermek amacı ile yapıldığını gösteren bir işaret yoktur. Ne var ki, aksi sonuca götürecek bir açıklıkta kanunda yer almamaktadır. Bu durumda yapılacak şey kanun koyucunun (bugünün şartlarına ve ihtiyaçlarına göre değerlendirilecek) amacını (ruhunu) esas alarak bir sonuca varmaktır. BK. m. 21'in çok açık olan amacı, zayıf durumdaki kişilerin karar verme serbestileri çiğnenmek suretiyle güçlüler tarafından istismar edilmesini önlemektir. Bütün düzenleyici kurallar kaldırılarak, her şeyin serbest piyasanın özgürlük fakat aynı zamanda acımasızlık dolu rekabet kurallarına terk edildiği çağımızda, sözü edilen istismar tehlikesi en yüksek düzeydedir. Bu gelişme karşısında durumu seyretmekle yetinmek istemeyen hukukçuların ve yargı organlarının yapmaları gereken şey, hukuk düzenimizde mevcut koruyucu hükümleri, çağın gereklerine uygun biçimde yorumlamaktadır. Özel hukukta, zayıf durumdaki kişileri koruyan hükümlerin başında, bir yandan kişilik haklarına (TMK. m.23) ve ahlaka (BK. m. 20/I) aykırılık butlanını düzenleyen hükümler, öbür yandan da gabin (BK. m.21) hükmü yer alır. O halde, BK. m. 21 hükmünün zayıfları koruyucu amacına uygun düşen ve bu hükümde öngörülen üç hali sınırlayıcı saymayan görüşe üstünlük tanımak çok yerinde olur.
Öğretide zaman zaman, burada sözleşme serbestisinin sınırlamasının söz konusu olduğunu ve 'pacta sund servanda' ilkesi esas sayılmak gerektiği için gabin hükümlerinin dar yorumlanması gerektiğini, hatta BK. m.21 hükmünün sadece marjinal bir öneme sahip bulunduğunu ileri süren görüşlere rastlanmıştır. Ne var ki yeni eğilimler, daha ziyade aksi yöndedir. Her halde, sözleşme serbestisi asıldır diyerek, gittikçe yaygınlaşan zayıfları ezici uygulamalara seyirci kalmak kabul edilebilir bir tutum olamaz.' (Kocayusufpaşaoğlu/Hatemi/ Serozan/Arpacı-Borçlar Hukuku Genel Bölüm-2014-Sayfa 39 vd.)
Peki aşırı yararlanmanın hukuki sonuçları nelerdir. TBK. m.28'e göre; zarar gören, durumun özelliğine göre ya sözleşme ile bağlı olmadığını diğer tarafa bildirerek edimin geri verilmesini ya da sözleşmeye bağlı kalarak edilmler arasındaki oransızlığın göderilmesini isteyebilir.
Bu yöndeki görüşlerde şöyledir.
'TBK. M.28/I, aşırı yararlanmanın unsurları yanında, hukuki sonuçlarını da düzenlemiştir. Zarar gören karşı tarafa sözleşme ile bağlı olmadığını bildirerek ifa ettiği edimin geri verilmesini ister. Sözleşme ile bağlı olmamak, aslında yaptırım olarak sözleşmeyi iptal etmek demektir. Dolayısıyla hakim görüşe göre, aşırı yararlanma halinde de, aynen irade bozukluğunda olduğu gibi iptal yaptırımı uygulanmalıdır. Hakim, iptali kendiliğinden (resen) gözönünde tutamaz.
Zarar gören TBK. m.28/I'e göre sözleşmenin tam iptali yerine kısmi iptalini, yani edimler arasındaki açık oransızlığın giderilmesini de isteyebilir. Böylece zarar görenin borçlandığı aşırı edim, karşı edim düzeyine indirilmek suretiyle edim ve karşı edim arasında denge sağlanarak sözleşme ayakta tutulmaktadır.
TBK. M.28/I'e göre zarar gören taraf, borçlanmış olduğu edimi yerine getirmişse, bunu geri isteyebilir. Karşı tarafında bu edimi geri vermesi gerekir. Aksi halde, zarar gören aynen irade bozukluğunda olduğu gibi ya mülkiyet( istihkak) davası ya da sebepsiz zenginleşme iddiası ile ifa ettiği edimi geri isteyebilir.' (Eren-Borçlar Hukuku Genel Hükümler-2012-Sayfa 422 vd.)
'Eski BK. m 21. 'gabin'in koşullarının gerçekleşmesi halinde sömürülen kişinin 'akdi fesih' hakkından söz etmiş idi. Maddede kullanılan 'fesih ' sözcüğü isabetli olmayıp bununla ' sözleşmenin iptal' hakkının anlatılmak istendiği kabul edilmekteydi.
Yeni TBK m.28 sömürülen kişiye 'sözleşme ile bağlı olmama iradesini ' açıklama yetkisinden söz etmiştir. Bununla yeni TBK'da irade bozukluğu hallerinde olduğu gibi 'iptal' yaptırımı yerine 'hükümsüzlük' yaptırımı kabul edilmiştir.
Aşırı yararlanma nedeniyle sözleşmenin hükümsüzlüğünü ileri sürme hakkı sadece gerçek değil, tüzel kişiler içinde söz konusu olabilir. Tüzel kişilerde aşırı yararlanmanın subjektif koşulları tüzel kişinin organları açısından gerçekleşmiş olmalıdır.
Aşırı yararlanma nedeniyle sözleşmenin hükümsüzlüğüne ilişkin irade açıklaması bozucu yenilik doğurucu bir hakkın kullanılmasıdır. Bu iradenin diğer tarafa varması ile istenilen hukuksal sonuç doğar. Bunun açıklanması herhangi bir geçerlilik koşuluna bağlı değildir.
Aşırı yararlanma koşullarının mevcudiyeti halinde eski BK. m.21 sömürülen kişiye bir tek yasal olanak tanımış idi. Sömürülen kişi sadece sözleşmenin iptalini talep hakkına sahiptir. Yeni TBK. m.28.f.I.'de bu yönde yenilik oluşturan bir hüküm getirmiştir. Maddeye göre aşırı yararlanma nedeniyle zarar gören, durumun özelliğine göre ya sözleşme ile bağlı olmadığını diğer tarafa bildirilerek edimin geri verilmesini ya da sözleşmeye bağlı kalarak edimler arasındaki oransızlığın giderilmesini isteyebilir.' (Kılıçoğlu-Borçlar Hukuku Genel Hükümler-2012-Sayfa 219. vd.)
'Gabinle sakatlanmış bir sözleşme batıl değildir. Burada 'askıdaki hükümsüzlük' hali vardır. Gabinli sözleşmenin hüküm ifade edip etmemesi zarar gören tarafın iradesine bırakılmıştır. Alman Medeni Kanunu ise gabini bir butlan sebebi sayar.
BK. 21/I maddesi metninde sözleşmenin feshinden bahsedilmesi yanlıştır. Zira fesih, geçerli bir sözleşmenin hükümlerini kaldırmak için söz konusu olur. Gabin ise bir geçersizlik sebebidir. Hakim doktrin, gabindeki durumun irade sakatlıklarındaki gibi olduğunu kabul ediyor. O halde gabin, sözleşmeyi doğuştan itibaren hükümsüz kılar; ancak gabinden zarar gören taraf diğer tarafa sözleşme ile bağlı olmadığını bir yıl içinde bildirmeyecek olursa iş o takdirde hüküm ifade edecektir.' (Tekinay/Akman/Burcuoğlu/Altop- Borçlar Hukuku Genel Hükümler-1993-Sayfa 464 vd.) (Aynı görüş doğrultusunda bkz. Tunçomağ-Türk Borçlar Hukuku Genel Hükümler-1976-Sayfa 393 vd., daha ayrıntılı bilgi için bkz. Seda İrem Çakırca -6098 sayılı Türk Borçlar Kanununa göre Aşırı Yararlanma Kavramı-2015- Sayfa 175 vd.)
Aşırı yararlanma (sömürme, gabin) hukuksal olgusu hakkında yukarıda yapılan açıklamalardan sonra bir de somut olayı ibra hukuksal nedeni yönünden incelemek gerekmektedir.
5560 sayılı Kanunun 24. maddesiyle 'Uzlaşma' kenar başlığı ' altında genişletilen CMK 253. maddesinin son değişiklikle yürürlük tarihi 19/12/2006 tarihidir. 818 sayılı BK döneminde ibra hüküm altına alınmamış iken 01/07/2012 tarihinde yürürlüğe giren yeni TBK ibrayı açık olarak düzenlemiştir. Somut olayda suç tarihi 29/08/2013'tür. TBK'da düzenlenen ibrayla ilgili hükümler CMK'da düzenlenen uzlaşma ile ilgili hükümlerle tamamen çakışmaktadır. Bu durumda sonradan yürürlüğe giren ve olay tarihinde meri olan TBK'nın ibrayla ilgili hükümleri nasıl aşılacaktır. Kararı veren ilk derece mahkemesi ve özel daire sayın çoğunluğu bu hukuki olguyu tartışmamışlardır.
TBK'nın altıncı bölümünde Hizmet Sözleşmeleri, bunun birinci ayırımında Genel Hizmet Sözleşmeleri, ikinci ayrımında Pazarlamacılık Sözleşmesi, üçüncü ayrımında ise Evde Hizmet Sözleşmesi düzenlenmiştir.
TBK. m 393'e göre (818 SK. m.313); 'Hizmet sözleşmesi, işçinin işverene bağımlı olarak belirli veya belirli olmayan süreyle iş görmeyi ve işverenin de ona zamana veya yapılan işe göre ücret ödemeyi üstlendiği sözleşmedir.
./..
İşçinin işverene bir hizmeti kısmi süreli olarak düzenli biçimde yerine getirmeyi üstlendiği sözleşmelerde hizmet sözleşmesidir.
Genel hizmet sözleşmesine ilişkin hükümler, kıyas yoluyla çıraklık sözleşmesine de uygulanır; özel kanun hükümleri saklıdır. '
4857 sayılı İş Kanununun 2. maddesinde de; 'Bir iş sözleşmesine dayanarak çalışan gerçek kişiye işçi, işçi çalıştıran gerçek veya tüzel kişiye yahut tüzel kişiliği olmayan kurum ve kuruluşlara işveren, işçi ile işveren arasında kurulan ilişkiye iş ilişkisi denir. İşveren tarafından mal veya hizmet üretmek amacıyla maddi olan ve olmayan unsurlar ile işçinin birlikte örgütlendiği birime işyeri denir' hükmü bulunmaktadır.
Somut olayda davacı işçi 4857 sayılı İş Kanununa tabi hizmet aktiyle çalışırken iş kazası geçirmiştir.
İbra kurumu ise 4857 sayılı İş Kanununda düzenlenmediği gibi 818 sayılı BK'da da düzenlenmemiştir. Ancak 01/07/2012 tarihinde yürürlüğe giren TBK'da düzenlenmiştir.
TBK'nın 'ceza koşulu ve ibra' başlıklı 420. maddesine göre; 'Hizmet sözleşmelerine sadece işçi aleyhine konulan ceza koşulu geçersizdir.
İşçinin işverenden alacağına ilişkin ibra sözleşmesinin yazılı olması, ibra tarihi itibariyle sözleşmenin sona ermesinden başlayarak en az bir aylık sürenin geçmiş bulunması, ibra konusu alacağın türünün ve miktarının açıkça belirtilmesi, ödemenin hak tutarına nazaran noksansız ve banka aracılığıyla yapılması şarttır. Bu unsurları taşımayan ibra sözleşmeleri veya ibraname kesin olarak hükümsüzdür.
Hakkın gerçek tutarda ödendiğini ihtiva etmeyen ibra sözleşmeleri veya ibra beyanını muhtevi diğer ödeme belgeleri içerdikleri miktarla sınırlı olarak makbuz hükmündedir. Bu halde dahi, ödemelerin banka aracılığıyla yapılmış olması zorunludur.
İkinci ve üçüncü fıkra hükümleri, destekten yoksun kalanlar ile işçinin diğer yakınlarının isteyebilecekleri dahil, hizmet sözleşmesinden doğan bütün tazminat alacaklarına da uygulanır.'
Somut olayda davacı 04/11/2013 tarihinde maddi ve manevi tazminat bedeli olarak 25.000,00 TL karşılığındayi ibra edeceğini vaat etmiştir.
Taraflar arasındaki uzlaşma tutanağıda 07/11/2013 tarihinde onaylanmıştır.
İbra, Arapça kökenlii bir kelime olup 'hastayı iyi etme', 'aklama, temize çıkarma' anlamına gelir.
Türkçe sözlük anlamı ise aklanma, temize çıkarmadır. (TDK-Türkçe Sözlük -2011)
'Öğretide en kapsamlı tanımı yapan Berki'ye göre ibra; alacaklının ivazlı veya ivazsız olarak alacağının tamamından veya bir kısmından borçlu lehine feragat etmesi, daha doğrusu itfa edilmiş gibi kabul eylemesidir. Bu tanıma göre ibra sözleşmesini borcun ifa edildiğinin ispat vesikası olarak görmek doğru olmaz. İbra, ifanın dışında borcu kısmen veya tamamen sona erdiren nedenlerden biridir. Nitekim Berki ibrayı, alacaklıyı tatmin etmeyen sakat sebeplerden biri olarak saymıştır.
Alman Medeni Kanununun 397. paragrafında ibra kurumuna yer verilmiştir. Bu paragrafa göre: 'Alacaklı, borçluyu bir sözleşme ile, ibra ederse, borç ilişkisi şekle tabi olmadan sona erer.
Fransız Hukukunda da ibra düzenlenmiş ve şekle tabi tutulmamıştır. İbra sözleşmesini içeren Fransız Medeni Kanununun 1285. maddesinde; ibranın açık ve zımni olabileceği belirtilmiştir. Ancak sözleşme sebebinin gösterilmesi ve borçlunun kabulü geçerlilik şartı sayılmıştır.' (Daha geniş bilgi için bkz. Şahin Çil-İş Hukukunda İbraname-2013-Sayfa 13 vd.)
İsviçre Borçlar Kanunu 'Anlaşma yoluyla kalkma' kenar başlığı altında, 115. maddesinde ibrayı düzenlemiştir. Bu maddeye göre, ' Mükellefiyetin doğması bir şekle bağlı veya taraflarca bir şekil şartı kabul edilmesi halinde dahi, alacak tamamen veya kısmen tarafların anlaşması ile hiçbir şekle tabi olmaksızın ortadan kaldırılabilir.'
./..
İbra kurumu Mecelle'ninde 1536. ile 1571. maddeleri arasında düzenlenmiştir. Gerek Mecelledeki düzenleme, gerekse de İsviçre Borçlar Kanunundaki düzenlemeye rağmen ibra kurumu 818 sayılı Borçlar Kanununda düzenlenmemiştir. Ancak Yargıtay uygulamalarıyla boşluk giderilmeye çalışılmıştır.
Andreas Von Tuhr'a göre ibra alacaklının alacağını elde etmeksizin borcun ortadan kaldırılmasıdır.
01/07/2012 tarihinde yürürlüğe giren TBK 'Borçların Sona Erme Halleri' bölümünde ibranın tarifini düzenlemiştir. 132. maddeye göre 'Borcu doğuran işlem kanunen veya taraflarca belli bir şekle bağlı tutulmuş olsa bile borç, tarafların şekle bağlı olmaksızın yapacakları ibra sözleşmesiyle tamamen veya kısmen ortadan kaldırılabilir'
TBK m. 420' de 'Genel Hizmet Sözleşmesi' başlığı altında ibranın geçersizliği açıklığa kavuşturulmuştur.
Yine ibra hakkından öğretiye bakacak olursak görüşler şöyledir.
'İbra, alacaklı ve borçlu arasında akdedilip birincinin ikinciden olan bir alacağını ortadan kaldıran veya azaltan sözleşmedir. TBK 132'de düzenlenmiştir. Önceki Borçlar Kanununda bu yönde bir hüküm olmamakla birlikte, ibranın geçerliliği hakkında bir tereddüt yoktu, ancak şekline ilişkin tartışma söz konusu idi. Sözleşme özgürlüğü ilkesi uyarınca (TBK.m.26) alacaklının ister kanundan ister sözleşmeden doğmuş olsun, borçluya karşı bir hakkından vazgeçmesi tabi ki mümkündür. Alacaklının bu şekilde davranmasının sebebinin önemi yoktur; tamamen bağışlama amacıyla hareket edebileceği gibi (animus donandi), borçlunun içinde bulunduğu durum (ödeme güçsüzlüğü) sebebiyle buna mecbur da bırakılmış olabilir.
İbra bir sözleşmedir. Tek taraflı tasarruf işlemi değildir. Bu sebeple, alacaklının alacağından vazgeçmesi yeterli değildir; yani borçlunun da bunu kabul etmesi gerekir.
İbra alacak üzerinde bir tasarruf işlemidir. Bu sözleşme ile alacaklı aktifinde yer alan bir değerden kesin olarak vazgeçer.
Ayrıca ibra, alacak haklarına özgü bir tasarruf işlemidir.
İbra ile alacaklı borçluya bir kazandırma yapar. Bu kazandırmada geçerli bir sebebe dayanmaktadır. Sözleşmenin geçerliliği genel şartlara tabidir. Kanunda sözleşmenin şekli ile ilgili bir düzenleme yer almamaktadır. İbra şekle tabi değildir, ancak taraflar ibra izin özel bir şekil öngörebilirler.' (Tercier-Pichonnaz-Develioğlu-2016-Sayfa 454 vd.)
'İbra, alacaklının, borç ifa edilmediği halde borçluyu borcundan-kısmen veya tamamen-kurtarmasıdır. İbra alacaklı ile borçlu arasında yapılan iki taraflı bir tasarruf işlemidir. Kural olarak geçerlilik şekline tabi değildir. Borcu doğuran işlem kanunen veya taraflarca belli bir geçerlilik şekline bağlı tutulmuş olsa bile, o borca ilişkin ibra sözleşmesi herhangi bir geçerlilik şekline tabi değildir. (TBK m. 132) Buna karşılık bağışlama sebebiyle yapılan ibra vaadi borçlandırıcı işlem niteliğindedir-adi yazılı şekle tabidir. (TBK m. 288/II)' (Haluk N.Nomer-Borçlar Hukuku Genel Hükümler-2013-Sayfa 316)
'Tarafların aralarında mevcut bir borcu kısmen veya tamamen ortadan kaldırmaya ve bu suretle borçlunun borçtan kurtulmasına yönelik sözleşmeye, ibra sözleşmesi denir. Bu özelliğiyle ibra, borcu sona erdiren sebeplerden birini oluşturur.
İbra yalnız dar anlamda borcu sona erdiren bir sebeptir. Ancak, ibra sözleşmesinin sözleşme ilişkisinin içerdiği bireysel borçların tamamını sona erdirmesi de mümkündür. Buna karşılık geniş anlamda borç ilişkisi ibra ile sona erdirilemez. Taraflar geniş anlamda borç ilişkisini sona erdirmek istiyorlarsa, bozma (borcu ortadan kaldırma=ikale) sözleşmesi yapmak zorundadırlar.
İbra herşeyden önce iki taraflı bir hukuki işlem, bir sözleşmedir. Bu sözleşme alacaklı ile borçlu arasında yapılır. Alacaklı tek taraflı bir irade beyanıyla alacaktan vazgeçemez. Alacaklının vazgeçme iradesinin borçlu tarafından kabul edilmesi gerekir. Bu husus TBK m.132'de açıkça hükme bağlanmıştır.
İbra borçlandırıcı bir işlem değil, bir tasarruf işlemidir. Zira bu sözleşmeyle alacaklı alacak hakkını doğrudan doğruya ve kesin olarak etkilemekte, böyle bir haktan kısmen veya tamamen vazgeçmekte; mevcut bir alacak hakkını ortadan kaldırmaktadır. Ancak ibra, tek taraflı değil, iki taraflı yani akdi nitelikte bir tasarruf işlemidir. Alacaklının ibra sözleşmesinin konusunu oluşturan alacak üzerinde tasarrufta bulunabilmesi, tasarruf yetkisine sahip olmasına bağlıdır. İflas vs. bir sebeple alacak üzerinde tasarruf yetkisi bulunmayan alacaklının yaptığı ibra sözleşmesi hükümsüzdür.
İbra sözleşmesinin geçerli olması için, tarafların irade beyanlarının ibra sebebi üzerinde birbirine uygun olması gerekir. Bu sözleşmenin zorunlu içeriği, alacaklı ve borçlunun belirli bir alacağı ortadan kaldırma iradeleridir.
İbra edilen borç, bütün kapsamıyla kesin olarak belirtilmelidir. Genel sözlerle geçiştirilen , içeriği tam belli olmayan ibra sözleşmeleri dar yorumlanmalıdır.
İbra sözleşmesinin geçerli olabilmesi, tarafların ilke olarak fiil ehliyetine sahip olmalarına bağlıdır.
TBK m.132'ye göre ibra sözleşmesi, herhangi bir şekle tabi değildir. Borç ister tamamen ister kısmi ibra edilsin durum aynıdır. Dolayısıyla kısmi ibra da tam ibra gibi geçerliliği şekle bağlı değildir. Buna karşılık, TBK m.420'ye göre, işçinin işverenden olan alacaklarına ilişkin ibranın geçerliliği yazılı şekle tabidir.' (Eren-Borçlar Hukuku Genel Hükümler-2012-Sayfa 1270 vd.)
'İbra bir sözleşme olması nedeniyle alacaklının tek taraflı bir irade açıklamasıyla oluşmaz. Borçlunun alacaklının ibra iradesini kabul etmesi gerekir. Buna göre, ibra, taraflar arasında akdedilen bir sözleşme ile borcun sona erdirilmesidir. İbra bir sözleşme olduğuna göre, sözleşmelerin kurucu ve geçerlilik unsurları burada da aynen aranacaktır. Buna göre ibra sözleşmesi ehliyet, irade ile beyan arasında uyum, hukuka, ahlaka, adaba aykırı olmama koşullarına sahip olmalıdır.' (Kılıçoğlu-Borçlar Hukuku Genel Hükümler-2012-Sayfa 835 vd.)
İbrayı, iş kazalarından kaynaklanan maddi ve manevi tazminat davalarında 6098 sayılı TBK yürürlüğe girmeden önceki dönem ve yürürlüğe girdikten sonraki dönem olmak üzere ikiye ayırarak incelemek gerekir.
İş hukukuna ilişkin işçinin korunması ilkesi gözönüne alındığında, maddi tazminat istemini, işçinin ibra belgesinin müzayaka (darda kalma) durumunda bulunmasından yararlanılarak alındığı yönünde gabin iddiasına dayalı bir irade bozukluğu savunmasını da kapsadığı kabul edilmelidir.
Bu konudaki görüşlerde şunlardan ibarettir.
'Geçirmiş olduğu iş kazası sonucu davacının çalışma gücünde sürekli iş göremezlik oluşturacak nitelikte azalma meydana gelmiştir. Geçimini çalıştığı sürece elde edeceği ücret geliriyle sağlayan ve boşta kaldığı zaman ekonomik yönden zorda kalacak davacının, davalı işveren aksini ispat etmedikçe, ibranameyi imzaladığında müzayaka halinde olması hayatın olağan akışına uygundur. Bu durumda TBK m.28'e göre gabin iddiasının incelenmesi ve ivazlar (edimler) arası açık bir oransızlık bulunup bulunmadığının araştırılması gerekir.
Gabin (aşırı yararlanma) iş hukukunda ibra sözleşmesini geçersiz kılan en önemli nedenlerden biridir. Gabinden söz edebilmek için edimler arasında açık bir oransızlık bulunması gerekir. (Objektif unsur) Bu oransızlık sözleşmenin yapıldığı tarih ve yerdeki piyasa, arz ve talep koşullarına göre bulunmalıdır. Sonraki oransızlık gabinin bu unsurunu oluşturmaz.
İki taraflı, karşılıklı hak ve borçları sağlayan edimler arasında kabul edilebilir, hayatın olağan akışına uygun düşen bir ekonomik dengenin bulunması gerekir. Edimler arasında kabul edilebilir bir denge bulunmayan ve taraflardan birine aşırı yararlanma sağlayan bir sözleşmenin yapıldığı durumlarda bu sözleşmeden zarar gören tarafın dava açma yolu bulunmaktadır.
./..
Açık oransızlık, edimler arasında en az bir misline yakın, bir misli veya daha fazla fark bulunmasıdır. Gerçek anlamda bir ibranameden söz edebilmek için, tazmin edilecek tutar ile buna karşılık alınan tutar arasında açık bir oransızlığın bulunması gerekir. Açık oransızlığın bulunduğu durumda belge ibraname değil ancak makbuz niteliğindedir.
Bunun için hesap bilirkişisinden alınacak raporla ibranamenin verildiği tarihteki veriler esas alınarak sigortalının gerçek zararı tespit edilmeli, böylece işverence tazmin edilmesi gerekli tutar ile buna karşılık ibranameyle alınan tutar arasında açık oransızlık bulunup bulumadığı değerlendirilmelidir.
Sigortalının hesaplanan gerçek zararı ile ibranamede işverenden alındığı açıklanan tutar arasında açık oransızlık varsa ibra belgesi kısmi ödemeyi gösteren makbuz niteliğindedir.' (Ali Güneren-İş Kazası veya Meslek Hastalığından Kaynaklanan Maddi ve Manevi Tazminat Davaları -2011-Sayfa 1084 vd.)
'İş Kanunu ve 6098 sayılı yeni TBK'dan önce yürürlükte olan 818 sayılı Borçlar Kanunuda 'ibraname' ile ilgili bir düzenleme ve tanım mevcut değildir. Ancak; uygulamada ibra kurumu kabul edilmiştir.
Ekonomik olarak güçsüz taraf olan sigortalının, bir iş kazasından sonra uğradığı maddi zararının miktarını bilmeden zararını karşılamaktan uzak, orantısız bir ödeme ile bakiye alacağından vazgeçeceğinin kabulü hayatın olağan akışına aykırıdır. Hiçbir maddi karşılık almayan sigortalı veya hak sahiplerinin işvereni ibra etmesi de asla olanaklı değildir. Bu gibi durumlarda, işçi lehine yorum ilkesi gereğince ayrıca gabinin varlığının iddia ve ispatı gerekmez.
Yeni Borçlar Yasasının 132. maddesi, iş kazaları yönünden işveren dışındaki sorumlular hakkında uygulanacaktır. İşverenlerin düzenleyecekleri ibraname ile ilgili olarak Yasanın 420. maddesi hükümlerinin dikkate alınması gerekir. 132. maddeye göre; 'Borcu doğuran işlem kanunen veya taraflarca belli bir şekle tabi tutulmuş olsa bile, tarafların şekle bağlı olmaksızın yapacakları ibra sözlemesiyle tamamen veya kısmen ortadan kaldırılabilir. ' Burada, kısmi ibra durumunu daha önceki Yargıtay 21.Hukuk Dairesi içtihatları doğrultusunda makbuz olarak kabul etmek gerekir. İbra belgesi bir rakamı içeriyorsa yine eski uygulamada olduğu gibi burada kısmi bir ifa veya borcun tamamına ilişkin bir ödeme olup olmadığı ibra tarihi itibariyle yapılacak bir zarar hesabı ile tespit edilmelidir.' (Mesut Balcı-İş Kazası veya Meslek Hastalığından Doğan Maddi ve Manevi Tazminat Davaları Uygulaması-2011-Sayfa 767 vd. )
'Uzlaşma Yönetmeliğinin 20. maddesindeki 'edimin konusu' başlığı altında uzlaşmaya konu edimlere yer verilmiştir. Bu hali ile üzerinde uzlaşılan edim, maddi ve manevi zararlardır. Burada suçtan doğan zararın ödenmesi ile ifade edilen genelde maddi zararın aynen veya nakden tazmin edilmesi demektir.
Maddi zarar ile ifade edilen genelde mağdurun maruz kaldığı haksız fiilden önceki ekonomik durumu ile haksız fiilden sonraki ekonomik durumu arasındaki farktır. Farkın belirlenmesindeki unsur, mağdurun rızasına aykırı olarak meydana gelen zarar olup, mal varlığındaki azalmadan ibarettir. Bu zararın belirlenmesinde bir bilirkişinin yardımından faydalanılması mümkündür. Örneğin, kasten yaralama ya da taksirle yaralama suçlarından oluşan maddi zarar genel olarak tedavi masrafları, tedavi süresince çalışamamaktan kaynaklanan kazanç kaybı ve çalışma gücünden yoksun kalmaktan kaynaklanan zararlar maddi zararlara örnek olarak gösterilebilir' (Bahattin Aras-Hukuk ve Ceza Mahkemesi Kararlarının Birbirine Etkisi-2014-Sayfa 289 vd.)
Öğretideki bu tartışmalardan sonra bir de aşırı yararlanma ve ibra hukuksal nedenleri acaba yargısal kararlarda da nasıl tartışılmıştır? Bu yönden de inceleme yapmak gerekmektedir.
Dairemizin aşırı yararlanma ve ibra konusundaki istikrar kazanan görüşleri özetle şöyledir.
.
'Uyuşmazlık, davacılara eşit oranda ödendiğinin kabulü gereken 2.500,00-TL karşılığında düzenlenen 04.01.2002 tarihli belgenin içeriği ve kapsamı yönünden davacıların tüm alacaklarını aldıkları ve bu suretle borçluyu borcundan kurtardıkları biçiminde değerlendirilip değerlendirilmeyeceği noktasında toplanmaktadır.
Kural olarak hak sahiplerine yapılmış ödemenin bu miktar ile sınırlı olmak üzere bağlayıcılığı asıldır. Gerçek anlamda ödemeden söz edebilmek için tazmin edilecek miktar ile buna karşılık alınan meblağ arasında açık oransızlığın bulunmaması koşuldur. Başka bir anlatımla, ödemenin yapıldığı tarihteki verilerle hesaplanan tazminat ile ödenen miktar arasında açık oransızlığın bulunduğu durumlarda, yapılan ödeme makbuz niteliğinde kabul edilebilir. Bu durumun, ödemenin yapıldığı tarih göz önünde tutularak davacının gerçek zararının uzman bilirkişiler aracılığı ile saptanması suretiyle belirleneceği hukuksal gerçeği ortadadır. Oysa yukarıda açıklandığı biçimde inceleme ve araştırma yapılmadığı dosya içeriğinden anlaşılmaktadır.
Yapılacak iş; ödemenin yapıldığı tarihteki veriler esas alınarak hak sahiplerinin gerçek zararını saptamak, böylece tazmin edilecek miktar ile buna karşılık alınan meblağ arasında açık oransızlığın bulunup bulunmadığını denetlemek, açık oransızlığın bulunması durumunda ödemeleri “kısmi ifayı içeren makbuz” niteliğinde kabul etmek ve yapılan ödemenin; hak sahiplerinin her birinin ödeme tarihindeki, gerçek zararını hangi oranda karşıladığını saptamak; son verilere göre hesaplanan tazminat miktarından, yasal indirimler yapılmak suretiyle belirlenecek gerçek zarardan, davalı tarafın; ödeme yapılan tarih itibarıyla hak sahiplerinin her biri bakımından karşıladığı zarar oranında indirim yapmak ve usuli kazanılmış haklarda gözetilerek varsa kalan miktara hükmetmek, açık oransızlığın bulunmadığının tespiti halinde ise davacı eşin maddi tazminat talebinin reddine karar verilmekten ibarettir.' (Yargıtay 21. HD. 2012/19511E- 2012/22324 K)
'Birçok Yargıtay kararında vurgulandığı üzere, alacaklının alacak hakkından vazgeçmesini ve bu surette borçlunun borçtan kurtulmasını kapsayan akde 'ibra' denir.İbra alacağın tasfiyesini içeren tasarrufi bir sözleşmedir. Düzenleme tarihi itibariyle konu ile ilgili doğrudan amir bir hüküm bulunmaması nedeniyle sorunun çözümlenmesinin ibranın doğruluk ve güven kuralına aykırı olmaması gereğine sıkı sıkıya sarılarak halledilmesinde yarar vardır.
Maddi zararı ve kusur oranı hakkında kesin fikir sahibi olması mümkün olmayan hak sahiplerinin olaydan sonra verdikleri genel ve soyut açıklamayı içerdiği kuşkusuz olan ibranameyi tümden geçerli saymak İş Hukuku ve Sosyal Güvenlik Mevzuatının temel ilkelerine uygun düşmeyecektir.
Kural olarak işçiye veya hak sahiplerine yapılmış ödemenin bu miktar ile sınırlı olmak üzere bağlayıcılığı asıldır. Gerçek anlamda ödemeden söz edebilmek için tazmin edilecek miktar ile buna karşılık alınan meblağ arasında açık oransızlığın bulunmaması koşuldur. Başka bir anlatımla ödemenin yapıldığı tarihteki verilerle hesaplanan tazminat ile ödenen miktar arasında açık oransızlık bulunmaması koşuldur. Ödemenin yapıldığı tarihteki verilerle hesaplanan tazminat ile ödenen miktar arasında açık oransızlığın bulunduğu durumlarda yapılan ödeme makbuz niteliğinde kabul edilebilir. Bu durumda ödemenin yapıldığı tarih gözönünde tutularak davacının karşılanmayan zararının uzman bilirkişiler aracılığı ile saptanması böylece hesaplanacak miktar ile buna karşılık alınan meblağ arasında açık oransızlığın bulunup bulunmadığını denetlemek, açık oransızlığın bulunması durumunda maddi tazminata ilişkin ödemeyi 'kısmi ifayı içeren makbuz' niteliğinde kabul etmek ve yapılan ödemenin ödeme tarihindeki gerçek zararı hangi oranda karşıladığını saptamak, son verilere göre hesaplanan tazminat miktarından, yasal indirimler yapılmak suretiyle belirlenecek karşılanmayan zarardan davalı tarafın ödeme yapılan tarihe göre zararı karşılandığı oranda indirim yapmak daha sonra kalan miktara hükmetmek gerekir. Açık oransızlığın bulunmadığının tespiti halinde maddi tazminat talebinin tümden reddine karar vermek gerekir.
./..
Yapılacak iş; dava konusu zararlandırcı olayda sorumluluğun müteselsil sorumluluk esasına dayandığı ve bozma kapsamı dışında kalarak taraflar yararına oluşan usuli kazanılmış haklar gözönünde tutularak, davacılar ile ihbar olunan sigorta şirketi arasında imzalanan 06.02.2012 ödeme tarihli ibraname gereğince davacılara ödemenin yapıldığı tarihteki karşılanmayan zararlarının aktüerya uzmanı bilirkişi aracılığıyla saptamak, böylece hasaplanan miktarlar ile buna karşılık alınan meblağlar arasında açık oransızlığın bulunup bulunmadığını denetlemek, açık oransızlığın bulunması durumunda maddi tazminata ilişkin ödemeyi 'kısmi ifayı içeren makbuz' niteliğinde kabul etmek ve yapılan ödemenin ödeme tarihindeki karşılanmayan zararları hangi oranda karşıladığını belirlemek, hüküm tarihine en yakın tarihteki ücret artışları da gözetilerek davacı hak sahiplerinin maddi zararlarını bilirkişiye hesaplatmak, bulunan miktarlardan yasal indirimler yapılarak belirlenen karşılanmayan zararlardan ihbar olunan sigorta şirketince ödeme yapılan tarihe göre zararın karşılandığı oranda indirim yapmak, daha sonra kalan miktarlar ve davacıların talepleri gözetilerek maddi tazminat istemleri ile ilgili bir karar vermektir.'' (Yargıtay 21. HD. 2014/355E, 2014/7236 K)
'Bir çok Yargıtay kararında vurgulandığı üzere alacaklının alacak hakkından vazgeçmesini ve bu suretle borçlunun borçtan kurtulmasını kapsayan akde 'ibra' denir. 01.07.2012 tarihinde yürürlüğe giren 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun132. maddesinde ise;“Borcu doğuran işlem kanunen veya taraflarca belli bir şekle bağlı tutulmuş olsa bile borç, tarafların şekle bağlı olmaksızın yapacakları ibra sözleşmesiyle tamamen veya kısmen ortadan kaldırılabilir” şeklinde düzenlemeye yer verilmiştir.
6098 sayılı sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun hizmet sözleşmeleri başlıklı 6. bölümünün 420. maddesinde iş ilişkilerinde borcun ibra yoluyla sona ermesi düzenlenmiştir. Bu maddeye göre, destekten yoksun kalanlar ile işçinin diğer yakınları dahil, hizmet sözleşmesinden doğan tüm tazminat alacaklarında işçinin işverenden alacağına ilişkin ibra sözleşmesinin yazılı olması, ibra tarihi itibarıyla sözleşmenin sona ermesinden başlayarak en az bir aylık sürenin geçmiş bulunması, ibra konusu alacağın türünün ve miktarının açıkça belirtilmesi, ödemenin hak tutarına nazaran noksansız ve banka aracılığıyla yapılması şarttır. Bu unsurları taşımayan ibra sözleşmeleri veya ibraname kesin olarak hükümsüzdür. Hakkın gerçek tutarda ödendiğini ihtiva etmeyen ibra sözleşmeleri veya ibra beyanını muhtevi diğer ödeme belgeleri, içerdikleri miktarla sınırlı olarak makbuz hükmündedir. Bu hâlde dahi, ödemelerin banka aracılığıyla yapılmış olması zorunludur.
Somut olayda, 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu'nun yürürlüge girdiği 01.07.2012 tarihinden sonra düzenlenen 10.06.2013 tarihli ibranamede yukarıda belirtilen yasal koşulların varlığı aranacaktır. Bu duruma göre yazılı koşula uygun düzenlenen ibranamenin kaza tarihi olan 03.06.2013 tarihinden kısa bir süre sonra 10.06.2013 tarihinde düzenlendiği ve en az bir aylık yasal süresinin geçmemiş olduğu, ayrıca ibranamede davacı eş yararına kararlaşıtrılan maddi ve manevi tazminat miktarlarının ayrı ayrı açıkça belirtilmediği anlaşıldığından, Mahkemece 10.06.2013 tarihli ibranamenin yasal koşulları taşımadığından hükümsüz olduğu ve maddenin ikinci fırkası gereğince içerdiği miktarla sınırlı olmak üzere makbuz hükmünde kabul edilerek değerlendirilmesi gerekirken, yazılı şekilde ibranemenin tüm yasal şartları taşıdığı kabul edilerek davanın reddine karar verilmesi doğru olmamıştır.
Yapılacak iş; 10.06.2013 tarihli ibranamenin makbuz niteliği taşıdığı ve davacı tarafın da kabulünde olan 100.000,00 TL ödemenin 50.000,00 TL 'sinin maddi tazminata yönelik olduğu kabul edilerek, davacının ödemenin yapıldığı tarihteki karşılanmayan zararlarını aktüerya uzmanı bilirkişi aracılığıyla saptamak, böylece hasaplanan miktar ile buna karşılık alınan meblağ arasında açık oransızlığın bulunup bulunmadığını denetlemek,
açık oransızlığın bulunması durumunda maddi tazminata ilişkin ödemeyi 'kısmi ifayı içeren makbuz' niteliğinde kabul etmek ve yapılan ödemenin ödeme tarihindeki karşılanmayan zararları hangi oranda karşıladığını belirlemek, hüküm tarihine en yakın tarihteki ücret artışları da gözetilerek davacı hak sahibinin maddi zararlarını bilirkişiye hesaplatmak, bulunan miktarlardan yasal indirimler yapılarak belirlenen karşılanmayan zararlardan davalı işverence ödeme yapılan tarihe göre zararın karşılandığı oranda indirim yapmak, daha sonra kalan miktar ve davacının talebi gözetilerek maddi tazminat istemi ile ilgili bir karar vermekten ibarettir.' (Yargıtay 21. HD.
Dairemizin aşırı yararlanma ve ibra hukuksal nedenleri yönündeki görüşleri Yargıtay Hukuk Genel Kurulunca da benimsenmiştir.
“Öncelikle ''İbra'' kavramını açıklamakta fayda bulunmaktadır. “Alacaklının alacak hakkından vazgeçmesine ve suretle borçlunun borçtan kurtarılmasına ilişkin bulunan akde ibra denir.” Alacak hakkı alacaklanının tek taraflı bir vazgeçme beyanı ile sona ermez ( Tekinay/ Akman/Burcuoğlu/ Altop, Tekinay Borçlar Hukuku Genel Hükümler, İstanbul 1993, sh.985). İbra sözleşmesinin kurulması için de icap, kabul ve bu iki irade beyanı arasında uygunluk bulunması zorunludur. Ancak borçlunun ibrayı kabul iradesi daima zımmen açıklanmaktadır. Alacaklının irade beyanı kendisine vardığı ve bundan bilgi edindiği halde uygun bir süre içinde sesini çıkarmayan borçlunun Borçlar Kunununun 6. maddesi kıyasen uygulanmak suretiyle ibraya razı olduğu kabul edilmelidir. İbra sözleşmesinin geçerli olması için ise sadece tarafların bir sözleşme yapmaları ve tarafların bu sözleşme ile alacağı sona erdirmeyi istemeleri yeterlidir. ( K. Tunçomağ-Borçlar Hukuk Genel Hükümler C.1, İstanbul 1969 sh. 681 vd.).
“İbra” İsviçre Borçlar Kunununun 115. maddesinde “ Borç münasebetinin kurulması için bir şekil gerekli bulunmuş veya akdin taraflarınca kararlaştırılmış olsa bile, bir alacak ibra yolu ile veya kısmen şekilsiz olarak ortadan kaldırılabilir. “ şeklinde düzenlenmiş ise de mülga 818 sayılı Borçlar Kunununa alınmamıştır. Ancak bu durum hukukumuzda uygulanmadığı anlamına gelmeyip, ibra sözleşmesine uygulamada sıkça karşılaşılmakta ve Yargıtay kararlarında da yerini bulmaktadır. Nitekim 6098 sayılı Türk Borçlar Kanununun 132 ve 420. maddelerinde ibra sözleşmesine yer verilmiştir.
Dava konusu ibranamenin düzenlendiği 26/01/2007 tarihi itibari ile ibraname ile ilgili doğrudan amir bir hüküm bulunmaması nedeniyle sorunun çözümlenmesinin ibranın doğruluk ve güven kuralına aykırı olmadığı gerçeğine sıkı sıkıya sarılarak sorunun hallinde yarar vardır. Bu bağlamda Medeni Kanunun 2/1,2 hükmüne aykırılık bir itiraz niteliğindedir. Gerçek anlamda ibranameden söz edebilmek için işçiye yapılan ödemenin niteliği ve miktarı açık olarak ibranamede gösterilmelidir. Genel ve soyut bir açıklamayı içerdiği kuşkusuz olan miktar içermeyen ibranameyi geçerli saymak, İş Hukuku ve Sosyal Güvenlik Mevzuatının temel prensibi olan 'işçinin korunması temel ilkesi'ne de uygun düşmeyecektir. Somut olayda davalı tarafça mahkemeye ibraz edilen noterde düzenlenen 26.01.2007 tarihli 'ibraname-feragatname' başlıklı belge miktar içermemekte olup, söz konusu ibraname ile “10.1.2007 tarihinde meydana gelen kaza neticesinde vefat eden için tarafımıza destekten yoksun kalma tazminatı ve maddi tazminat mahiyetinde gerekli nakdi parasal yardım yapılmış olmakla, işveren tarafından maddi ve manevi tazminat mahiyetinde olmak üzere şahsımıza ödenen meblağ hususunda tam bir mutabakatla anlaşmaya varmış bulunmaktayız. Bu bağlamda, maddi ve manevi tazminat mahiyetinde tarafımıza ödenen meblağın haricinde işveren sıfatına haiz ile sahibi ve ortağı bulunduğu. Şti'den herhangi hak ve alacak talep etmeyeceğimizi beyan eder, iş bu husus ile ilgili olarak kendisini ve sahibi bulunduğu Şti'ni tüm serbest irademiz ile ibra ederiz” şeklindeki yapılan ödemeyi belli etmeyen sözleşmeyi işvereni borcundan kurtaran ibraname olarak nitelendirmek doğru değildir.
Bu nedenle, miktar içermeyen “ibraname-feragatname” olarak adlandırılan belgeye dayalı olarak davacıların manevi tazminat isteminin reddi isabetsiz olup, bozma kararında açıklanan gerektirici nedenlere göre, Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır. Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.' (Yargıtay HGK. 2013/21-2293E, 2015/1735 K.)
'İbra sözleşmesi, iş hukukunda geniş bir uygulama alanına sahip olmasına, işçinin iş sözleşmesinden doğan tazminat ve diğer işçilik haklarının sona erdirmesine ve İsviçre Borçlar Kanununun 115. maddesinde düzenlenmiş bulunmasına karşın, Türk Borçlar Kanununda yer almamış, İş Kanunlarında da bir düzenleme öngörülmemiştir.
İbra, alacak ve borcu doğrudan doğruya ve kesin olarak ortadan kaldırır. Tam ibrada borcun tamamı, kısmi ibrada ise borcun ibra edilen kısmı sona erer. Bunun sonunda borçlu da borcundan kısmen ya da tamamen kurtulur (Prof. Dr. Fikret Eren. Borçlar Hukuku 8. Baskı, s. 1222/1223).
Hemen belirtilmelidir ki, iş kazasına dayalı eldeki davada “maddi tazminat” isteminin, ibra belgesinin müzayaka durumunda bulunmasından yararlanılarak alındığı yönünde “gabin” iddiasına dayalı bir irade bozukluğu savunmasını da içerdiğinin kabulünde; iş hukukuna hakim “işçinin korunması” ilkesi de dikkate alındığında, zorunluluk bulunmaktadır.
Geçirmiş olduğu iş kazası sonucunda davacının çalışma gücünde, sürekli iş göremezlik oluşturacak nitelikte azalma meydana gelmiştir. Geçimini, çalıştığı sürece elde edeceği ücret geliri ile sağlayan ve boşta kaldığı zamanlarda ekonomik anlamda zorda kalacağı hayatın olağan akışına uygun bulunan davacının, davalı işveren bu yönün aksini ispat etmedikçe, “ibraname” başlıklı belgeyi imzaladığında müzayaka halinde olması tabidir. Bu durumda Borçlar Kanununun 21. maddesine göre gabin iddiasının incelenmesi ve ivazlar arasında açık bir oransızlık bulunup bulunmadığının araştırılması gerekmektedir.
Gabin (aşırı yararlanma), iş hukuku uygulamasında ibra sözleşmesini geçersiz kılan en önemli nedenlerden biri olarak karşımıza çıkmaktadır. İbranamenin makbuz hükmünde olduğuna dair çok sayıda Yargıtay kararının temel noktası da bu hukuksal olgudur.
İvazlar arasında açık bir oransızlık bulunduğu, çok düşük olan karşı edim için çok yüksek bir edim veya bunun aksine, çok yüksek olan bir karşı edim için düşük bir edim taahhüt olunduğu taktirde gabinden söz edilebilecektir.
İki taraflı, karşılıklı hak ve borçları kapsayan sözleşmelerde edimler arasında, makul, hayatın olağan icaplarına uygun düşen ekonomik bir dengenin varlığı aranır. Gerçektende, olağan koşullar altında, taraf yararları arasında böyle bir denge sağlanmadan, ücret geliriyle hayatını idame ettirmek zorunda olduğu kabul olunan bir işçinin, aksini öngören bir belgeyi imzalaması da beklenemez.
Edimler arasında makul bir denge mevcut olmayan ve taraflardan birine “aşırı yararlanma” sağlayan ve olağan olarak nitelendirilmesi mümkün olmayan bir sözleşmenin yapıldığı durumlarda, bu sözleşmeden zarar gören tarafın dava açma yolu açık bulunmaktadır.
Bu tür uyuşmazlıklarda aranan temel nokta, öğretide “objektif unsur” olarak da ifade edilen, karşılıklı edimler arasında “açık bir nispetsizlik” bulunmasıdır.
“Açık nispetsizlik” soyut içerikli bir kavramdır. Yargısal uygulamalarla, yasal terimdeki soyutluğun açıklığa kavuşturulması gereklidir. İsviçre Federal Mahkemesine göre “açık nispetsizlik” karşılıklı ivazlar arasında “göze çarpan” aşırı bir fark mevcut olması anlamına gelir. Normal bir kimsenin hayat bilgi ve görgüsüne göre edimler arasında olağanüstü ve aşırı bir farkın var olması halinde açık nispetsizliğin oluştuğu kabul edilir.
İvazların maddi ve ekonomik değerini bilirkişi tespit eder. İvazlar arasında açık nispetsizlik olup olmadığını ise hakim takdir edecektir.
Yukarıda belirtilen bu maddi ve yasal olgular gözetildiğinde, Özel Dairenin bozma kararında belirtilen inceleme ve araştırmalar yapılarak, ivazlar arasında açık bir nispetsizliğin bulunması halinde, ibranamenin ancak makbuz niteliğinde bir belge olarak kabulü ile içeriğinde yazılı ödemenin tespit olunacak tazminat tutarından indirilerek, kalanının tahsiline karar verilmesi gerekir. Aksinin tespiti halinde ise istemin reddine karar verilmelidir. Hukuk Genel Kurulunun 29.03.2006 gün ve 2006/9-82-118, 02.07.2003 gün ve 2003/21-440-440 sayılı Kararlarında bu ilkeye değinilmektedir.' (Yargıtay HGK. 2018/21-53 E, 2008/107 K.)
“Taraflar arasında düzenlenen ibranamenin geçerliliği olup olmadığı uyuşmazlık konusudur.
İbra sözleşmesi, İsviçre Borçlar Kanununun 115. maddesinde düzenlendiği halde Türk Borçlar Kanununa bu madde alınmamıştır. Bir kanunda ana kurallar ve kurumlar oluşturulurken ibra gibi önemli bir kuruma yer verilmemiş oluşunun ancak hata sonucu olabileceği öğretide ileri sürülmüştür(Berki, Şakir: Borçların Sukutu, AÜHF, Cilt XII. s. 237). Bununla birlikte gerek öğretide gerek uygulamada ibraname, bir borcun tam ya da kısmen ifa edilmeden sona ermesini sağlayan özel sukut nedeni olarak kabul edilmektedir (Feyzioğlu, F.N: Borçlar Hukuku Umumi Hükümler, Cilt II, İstanbul 1969, s. 351). Bu noktada ibra sözleşmesinin bir ödeme yönünde bir anlaşma olmadığı, borcun kısmen ya da tamamen tatmin edilemeyen sona erme şekillerinden biri olduğu belirtilmelidir.
İş Hukukunda ibra sözleşmesi ibraname adıyla yaygın bir uygulama alanı bulmaktadır. İbra sözleşmesinin tanımı, şekli ve hükümlerinin Borçlar Kanununda düzenlenmesi gerekliliğinin ötesinde, İş Hukukunun işçiyi koruyucu özelliği sebebiyle İş Kanunlarında normatif hüküm olarak ele alınması gerektiği açıktır.
İşçi, emeği karşılığında aldığı ücret ve diğer parasal hakları ile kendisinin ve ailesinin geçimini temin etmektedir. Bu açıdan bakıldığında bir işçinin nedensiz yere işvereni ibra etmesi hayatın olağan akışına uygun düşmemektedir. İş Hukukunda ibra sözleşmeleri dar yorumlanmalı ve borcun asıl sona erme nedeni ifa olarak ele alınmalıdır. Borcun tatmin edilemeyen sona erme şekillerinden biri olan ibra sözleşmelerine İş Hukuku açısından sınırlı biçimde değer verilmelidir.
Yeni Borçlar Kanunu tasarısında bu konuya değinilmiş ve 419. maddesinde, işçi ve işveren ilişkileri açısından ibra sözleşmesine dair bazı kurallara yer verilmiştir. Bahsi geçen düzenleme de, işçilik alacaklarını sona erdiren ibra sözleşmelerinin sınırlı biçimde ele alınması gerektiğini göstermektedir. Bu itibarla Borçlar Kanunun irade fesadını düzenleyen 23-31. maddeleri arasında düzenlenmiş olan irade fesadı hallerinin iş Hukukunda ibra sözleşmeleri bakımından çok daha titizlikle ele alınması gerekir. İbra sözleşmesi yapılırken taraflardan birinin esaslı hataya düşmesi, diğer tarafın ya da üçüncü şahsın hile ya da korkutmasıyla karşılaşması halinde ibra iradesine değer verilemez.
Öte yandan Borçlar Kanunun 21. maddesinde sözü edilen aşırı yararlanma (gabin) ölçütünün de ibra sözleşmelerinin geçerliliği noktasında değerlendirilmesi gerekir.
İş ilişkisinin devamı sırasında düzenlenen ibra sözleşmeleri geçerli değildir. İşçi bu dönemde tamamen işverene bağımlı durumdadır ve iş güvencesi hükümlerine rağmen iş ilişkisinin devamını sağlamak ya da bir kısım işçilik alacaklarına bir an önce kavuşabilmek için iradesi dışında ibra sözleşmesi imzalamaya yönelmiş sayılmalıdır.
İbra sözleşmesi, varlığı tartışmasız olan bir borcun sona erdirilmesine dair bir yol olmakla, varlığı şüpheli ya da tartışmalı olan borçların ibra yoluyla sona ermesi de mümkün olmaz. Bu nedenle işveren tarafından işçinin hak kazanmadığı ileri sürülen bir borcun ibraya konu olması düşünülemez. Savunma ile ve işverenin diğer kayıtları ile çelişen ibra sözleşmelerinin geçersiz olduğu kabul edilmelidir.
Miktar içeren ibra sözleşmelerinde ise, alacağın tamamen ödenmiş olması durumunda borç ifa yoluyla sona ermiş olur. Buna karşın kısmi ödeme hallerinde Dairemizin kökleşmiş içtihatlarında ibraya değer verilmemekte ve yapılan ödemenin makbuz hükmünde olduğu kabul edilmektedir.
Miktar içermeyen ibra sözleşmelerinde ise geçerlilik sorunu titizlikle ele alınmalıdır. İrade fesadı denetimi uygulanmalı ve somut olayın özelliklerine göre ibranamenin geçerliliği konusunda çözümler aranmalıdır.
Somut olay yönünden (ibraname altındaki davacı imzası inkâr edilmediği gibi bir irade sakatlığından da söz edilmediğine göre ibranamede yer alan fazla çalışma ve resmi tatil alacaklarının kabulü hatalıdır...) gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dosyadaki tutanak ve kanıtlara, bozma kararında açıklanan gerektirici nedenlere ve özellikle dosya içinde bulunan ve davacının imzasını taşıyan ibranamede, kıdem tazminatı, ihbar tazminatı, ücret alacağı, izin ücreti ve ikramiye alacağı yönünden miktar belirtilerek döküm yapılmış olmasına ve bu kalemlerin ödenmediği yönünde bir iddia ve uyuşmazlık bulunmamasına, bunun dışındaki resmi tatil (hafta sonu ve genel tatil) ile fazla mesai ücretleri kalemleri yönünden ise, miktar belirtilmemekle birlikte, ibranamede tek tek ve açıkça gösterilerek bunların da ödendiğinin belirtilmiş olmasına, davacının ibranamenin imzalanması sırasında iradesinin fesada uğratıldığı yönünde bir iddia ve ispatın bulunmamasına, bu durumda söz konusu belgenin geçerli olduğunun kabul edilmesinin gerekmesine, Hukuk Genel Kurulunun 8/3/2006 gün ve 2006/9-20-52 sayılı kararı; 26/4/2006 gün ve 2006/9-150-247 sayılı kararlarının da aynı yönde olmasına göre, Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.” (Yargıtay HGK. 2009/9-396 E, 2009/441 K)
'Taraflar arasında düzenlenen ibranamenin geçerliliği konusunda uyuşmazlık bulunmaktadır.
İbra sözleşmesi, İsviçre Borçlar Kanununun 115 inci maddesinde düzenlendiği halde, halen yürürlükte olan 818 sayılı Borçlar Kanununda bu yönde bir düzenlemeye yer verilmemiştir. Türk Hukukunda ibra sözleşmesi 01.07.2012 tarihinde yürürlüğe girecek olan 6098 sayılı Borçlar Kanununda düzenlenmiş olup, kabul edilen Yasanın 132 inci maddesi “Borcu doğuran işlem kanunen veya taraflarca belli bir şekle bağlı tutulmuş olsa bile borç, tarafların şekle bağlı olmaksızın yapacakları ibra sözleşmesiyle tamamen veya kısmen ortadan kaldırılabilir” hükmünü getirmiştir.
İbranameyle ilgili olarak diğer önemli bir düzenleme ise 6098 sayılı Yasanın 420 inci maddesinde yer almıştır. Sözü edilen hükme göre, işçinin işverenden alacağına ilişkin ibra sözleşmesinin yazılı olması, ibra tarihi itibarıyla sözleşmenin sona ermesinden başlayarak en az bir aylık sürenin geçmiş bulunması, ibra konusu alacağın türünün ve miktarının açıkça belirtilmesi, ödemenin hak tutarına nazaran noksansız ve banka aracılığıyla yapılması şarttır. Bu unsurları taşımayan ibra sözleşmeleri veya ibraname kesin olarak hükümsüzdür. Hakkın gerçek tutarda ödendiğini ihtiva etmeyen ibra sözleşmeleri veya ibra beyanını muhtevi diğer ödeme belgeleri, içerdikleri miktarla sınırlı olarak makbuz hükmündedir. Bu hâlde dahi, ödemelerin banka aracılığıyla yapılmış olması zorunludur.
Değinilen maddenin ikinci ve üçüncü fıkra hükümleri, destekten yoksun kalanlar ile işçinin diğer yakınlarının isteyebilecekleri dâhil, hizmet sözleşmesinden doğan bütün tazminat alacaklarına da uygulanır.
6098 sayılı Kanunun 420 inci maddesinde, iş sözleşmesinin sona ermesinden bir ay içinde yapılan sözleşmelere geçerlilik tanınmayacağı bildirilmiştir. Aynı maddede alacağın bir kısmının ödenmesi şartına bağlı ibra sözleşmeleri (ivazlı ibra) ancak ödemenin banka kanalıyla yapılmış olması halinde geçerli sayılmıştır. 4857 sayılı İş Kanununun 19 uncu maddesinde, feshe itiraz bakımından bir aylık hak düşürücü süre öngörülmüş olmakla, feshi izleyen bir ay içinde işçinin işe iade davası açma hakkı bulunmaktadır. Bu noktada feshi izleyen bir aylık süre, işçinin eski işine dönüp dönmeyeceğinin tespiti bakımından önemlidir.
O halde feshi izleyen bir aylık sürede işverenin olası baskılarını azaltmak, iş güvencesinin sağlanması için de gereklidir. Geçerli ve haklı neden iddialarına dayanan fesihlerde dahi ibraname düzenlenmesi için feshi izleyen bir aylık sürenin beklenmesi gerekir. Bir aylık bekleme süresi kısmi ibra açısından işçinin bir kısım işçilik alacaklarının ödenmesinin bir ay süreyle gecikmesi anlamına gelse de temelde işçi yararına bir durumdur. Hemen belirtelim ki bir aylık bekleme süresi ibra sözleşmelerinin düzenlenme zamanı ile ilgili olup ifayı ilgilendiren bir durum değildir. Başka bir anlatımla işçinin fesih ile muaccel hale gelen kıdem tazminatı, ihbar tazminatı ve izin ücreti gibi haklarının ödeme tarihi bir ay süreyle ertelenmiş değildir.
6098 sayılı Yasanın değinilen maddesinde, işverence yapılacak olan ödemelerin banka yoluyla yapılması zorunluluğunun getirilmesi de ödemeye dair ispat sorunlarını ortadan kaldıracaktır. Sözü edilen yasal düzenleme, sadece işçinin alacaklı olduğu durumlar için işçi yararına kısıtlamalar öngörmektedir. İşverenin cezai şart ve eğitim gideri talep ettiği yine işçinin vermiş olduğu zararın tazminine dair uygulamalarda ve hatta sebepsiz zenginleşme hükümleri çerçevesinde işçinin işverene borçlu olduğu durumlarda, taraflar, herhangi bir sınırlamaya tabi olmaksızın işçinin borçlarını ibra yoluyla sona erdirebilirler.
Sözü edilen hüküm 01.07.2012 tarihinde yürürlüğe girecek olup belirtilen tarihten sonra düzenlenen ibra sözleşmeleri için yasal koşulların varlığı aranmalıdır. Başka bir anlatımla 6098 sayılı Borçlar Kanununun yürürlükte olmadığı bir dönem için ibranamenin geçerliliği sorunu, Dairemizin konuyla ilgili ilkeleri çerçevesinde değerlendirilmelidir. Feshi izleyen bir aylık süre içinde ibraname düzenlenememesi ve ödemelerin banka kanalıyla yapılması zorunluluğu 01.07.2012 tarihinden sonra düzenlenecek ibra sözleşmeleri için geçerlidir.
İbra sözleşmesi çalışma ilişkilerinde “ibraname” adıyla yaygın bir uygulama alanı bulmaktadır. İbra sözleşmelerinin geçerliliği sorunu, İş hukukunda “işçi yararına yorum” ilkesi çerçevesinde değerlendirilmiş ve ağırlıklı olarak Yargıtay kararları ışığında bir gelişim izlemiştir.
İşçi emeği karşılığında aldığı ücret ve diğer parasal hakları ile kendisinin ve ailesinin geçimini temin etmektedir. Bu açıdan bakıldığında bir işçinin nedensiz yere işvereni ibra etmesi hayatın olağan akışına uygun düşmemektedir. İş hukukunda ibra sözleşmeleri dar yorumlanmaktadır. İşverenin işçiye olan borçlarının asıl sona erme nedeni ifa olarak ele alınmaktadır. Borcun sona erme şekillerinden biri olan ibra sözleşmelerine İş hukuku açısından sınırlı biçimde değer verilmektedir.
Dairemizin kökleşmiş içtihatları çerçevesinde, iş ilişkisi devam ederken düzenlenen ibra sözleşmeleri geçersizdir. İşçi bu dönemde tamamen işverene bağımlı durumdadır ve iş güvencesi hükümlerine rağmen iş ilişkisinin devamını sağlamak veya bir kısım işçilik alacaklarına bir an önce kavuşabilmek için iradesi dışında ibra sözleşmesi imzalamaya yönelmesi mümkün olup, Dairemizin kararlılık kazanmış uygulaması bu yöndedir (Yargıtay 9.HD.
İbranamenin tarih içermemesi ve içeriğinden de fesih tarihinden sonra düzenlendiğinin açıkça anlaşılamaması durumunda ibranameye değer verilemez (Yargıtay
İbranamenin geçerli olup olmadığı 01.07.2012 tarihine kadar yürürlükte olan 818 sayılı Borçlar Kanununun irade fesadını düzenleyen 23-31. maddeleri yönünden de değerlendirilmelidir. İbra sözleşmesi yapılırken taraflardan birinin esaslı hataya düşmesi, diğer tarafın veya üçüncü şahsın hile ya da korkutmasıyla karşılaşması halinde, ibra iradesinden söz edilemez.
Öte yandan 818 sayılı Borçlar Kanununun 21 inci maddesinde sözü edilen aşırı yararlanma (gabin) ölçütünün de ibra sözleşmelerinin geçerliliği noktasında değerlendirilmesi gerekir.
.
İbranamedeki irade fesadı hallerinin, 818 sayılı Borçlar Kanununun 31 inci maddesinde öngörülen bir yıllık hak düşürücü süre içinde ileri sürülmesi gerekir Ancak, işe girerken alınan matbu nitelikteki ibranameler bakımından iş ilişkisinin devam ettiği süre içinde bir yıllık süre işlemez.
İbra sözleşmesi, varlığı tartışmasız olan bir borcun sona erdirilmesine dair bir yol olmakla, varlığı şüpheli ya da tartışmalı olan borçların ibra yoluyla sona ermesi mümkün değildir. Bu nedenle, işçinin hak kazanmadığı ileri sürülen bir borcun ibraya konu olması düşünülemez. Savunma ve işverenin diğer kayıtları ile çelişen ibra sözleşmelerinin geçersiz olduğu kabul edilmelidir.
Miktar içeren ibra sözleşmelerinde ise, alacağın tamamen ödenmiş olması durumunda borç ifa yoluyla sona ermiş olur. Buna karşın kısmi ödeme hallerinde, Dairemizin kökleşmiş içtihatlarında ibraya değer verilmemekte ve yapılan ödemenin makbuz hükmünde olduğu kabul edilmektedirMiktar içeren ibranamenin çalışırken alınmış olması makbuz etkisini ortadan kaldırmaz
Miktar içermeyen ibra sözleşmelerinde ise, geçerlilik sorunu titizlikle ele alınmalıdır. İrade fesadı denetimi yapılmalı ve somut olayın özelliklerine göre ibranamenin geçerliliği konusunda çözümler aranmalıdır Fesihten sonra düzenlenen ve alacak kalemlerinin tek tek sayıldığı ibranamede, irade fesadı haller ileri sürülüp kanıtlanmadığı sürece ibra iradesi geçerli sayılmalıdır (
Yine, işçinin ibranamede yasal haklarını saklı tuttuğuna dair ihtirazi kayda yer vermesi ibra iradesinin bulunmadığını gösterir
İbranamede yer almayan işçilik alacakları bakımından, borcun sona erdiği söylenemez. İbranamede yer alan işçilik alacaklarının bir kısmı yönünden savunma ile çelişkinin varlığı ibranameyi bütünüyle geçersiz kılmaz. Savunma ile çelişmeyen kısımlar yönünden ibra iradesine değer verilmelidir Başka bir anlatımla, bu gibi durumlarda ibranamenin bölünebilir etkisinden söz edilebilir. Bir ibraname bazı alacaklar bakımından makbuz hükmünde sayılırken, bazı işçilik hak ve alacakları bakımından ise çelişki sebebiyle geçersizlikten söz edilebilir. Aynı ibranamede çelişki bulunmayan ve miktar içermeyen kalemler bakımından ise borç ibra yoluyla sona ermiş sayılabilir.
İbraname savunması, hakkı ortadan kaldırabilecek itiraz niteliğinde olmakla yargılamanın her aşamasında ileri sürülebilir
13.06.2006 tarihli ibranamede; “yevmiyeler, hafta tatili, genel tatil yevmiyeleri, prim ve fazla mesai ücretinin ödendiği herhangi bir alacağı kalmadığı” ifade edilmektedir. Davalı işverenin savunmasında fazla çalışma ve resmi ve dini bayramlarda, ulusal tatillerde çalışmasının bulunmadığını bildirmesi, buna karşılık düzenlenen ibranamede ise fazla çalışma, resmi ve dini bayramlarda, ulusal tatil ücretlerinin ödendiğinin belirtilmesi nedeniyle ibraname ile savunma arasında bir çelişki meydana gelmiştir. Savunma ile çelişkili ibranameye değer izafe edilemez.
Bu husus Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 15/5/2002 gün ve 2002/9-418-392 sayılı; 19.09.2007 gün, ve 2007/9-645-596 sayılı, 21.03.2012 gün ve 2011/9-888 E., 2012/227 K. sayılı kararlarında da aynen benimsenmiştir.
Bu itibarla; yukarda açıklanan gerekçe ile Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.' (Yargıtay HGK 2012/9- 841E-1077 K)
./..
Aynı konuda Yargıtay 9. Hukuk Dairesi de benzer kararlar vermiştir.
'Taraflar arasında düzenlenen ibranamenin geçerliliği konusunda uyuşmazlık bulunmaktadır.
Türk Hukukunda ibra sözleşmesi 01.07.2012 tarihinde yürürlüğe giren 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nda düzenlenmiş olup, kabul edilen Yasanın 132 inci maddesinde “Borcu doğuran işlem kanunen veya taraflarca belli bir şekle bağlı tutulmuş olsa bile borç, tarafların şekle bağlı olmaksızın yapacakları ibra sözleşmesiyle tamamen veya kısmen ortadan kaldırılabilir” şeklinde kurala yer verilmiştir.
İş ilişkisinde borcun ibra yoluyla sona ermesi ise 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 420 inci maddesinde öngörülmüştür. Sözü edilen hükme göre, işçinin işverenden alacağına ilişkin ibra sözleşmesinin yazılı olması, ibra tarihi itibarıyla sözleşmenin sona ermesinden başlayarak en az bir aylık sürenin geçmiş bulunması, ibra konusu alacağın türünün ve miktarının açıkça belirtilmesi, ödemenin hak tutarına nazaran noksansız ve banka aracılığıyla yapılması şarttır. Bu unsurları taşımayan ibra sözleşmeleri veya ibraname kesin olarak hükümsüzdür. Hakkın gerçek tutarda ödendiğini ihtiva etmeyen ibra sözleşmeleri veya ibra beyanını muhtevi diğer ödeme belgeleri, içerdikleri miktarla sınırlı olarak makbuz hükmündedir. Bu hâlde dahi, ödemelerin banka aracılığıyla yapılmış olması gerekir.
6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 420 inci maddesinde, iş sözleşmesinin sona ermesinden itibaren bir ay içinde yapılan ibra sözleşmelerine geçerlilik tanınmayacağı bildirilmiştir. Aynı maddede, alacağın bir kısmının ödenmesi şartına bağlı ibra sözleşmelerinin (ivazlı ibra), ancak ödemenin banka kanalıyla yapılmış olması halinde geçerli olacağı öngörülmüştür. 4857 sayılı İş Kanununun 19 uncu maddesinde, feshe itiraz bakımından bir aylık hak düşürücü süre öngörülmüş olmakla, feshi izleyen bir ay içinde işçinin işe iade davası açma hakkı bulunmaktadır. Bu noktada feshi izleyen bir aylık süre, işçinin eski işine dönüp dönmeyeceğinin tespiti bakımından önemlidir. O halde feshi izleyen bir aylık sürede işverenin olası baskılarını azaltmak, iş güvencesinin sağlanması için de gereklidir. Geçerli ve haklı neden iddialarına dayanan fesihlerde dahi ibraname düzenlenmesi için feshi izleyen bir aylık sürenin beklenmesi gerekir. Bir aylık bekleme süresi kısmi ibra açısından işçinin bir kısım işçilik alacaklarının ödenmesinin bir ay süreyle gecikmesi anlamına gelse de temelde işçi yararına bir durumdur. Hemen belirtelim ki bir aylık bekleme süresi ibra sözleşmelerinin düzenlenme zamanı ile ilgili olup ifayı ilgilendiren bir durum değildir. Başka bir anlatımla işçinin fesih ile muaccel hale gelen kıdem tazminatı, ihbar tazminatı ve izin ücreti gibi haklarının ödeme tarihi bir ay süreyle ertelenmiş değildir.
6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun değinilen maddesinde, işverence yapılacak olan ödemelerin banka yoluyla yapılması zorunluluğunun getirilmesi, ibranamenin geçerliliği noktasında sonuca etkilidir. Ancak banka dışı yollarla yapılan ödemelerde de borç ibra yerine tamamen veya kısmen ifa yoluyla sona ermiş olur.
Sözü edilen yasal düzenleme, sadece işçinin alacaklı olduğu durumlar için işçi yararına kısıtlamalar öngörmektedir. İşverenin cezai şart ve eğitim gideri talep ettiği yine işçinin vermiş olduğu zararın tazminine dair uygulamalarda ve hatta sebepsiz zenginleşme hükümleri çerçevesinde işçinin işverene borçlu olduğu durumlarda, taraflar, herhangi bir sınırlamaya tabi olmaksızın işçinin borçlarını ibra yoluyla sona erdirebilirler.
Değinilen maddenin ikinci ve üçüncü fıkra hükümleri, destekten yoksun kalanlar ile işçinin diğer yakınlarının isteyebilecekleri tazminat ve alacaklar dâhil, hizmet sözleşmesinden doğan bütün haklar yönünden uygulanır.
6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun yürürlüğe girdiği 01.07.2012 tarihinden sonra düzenlenen ibra sözleşmeleri için yasal koşulların varlığı aranmalıdır. Ancak 6098 sayılı Borçlar Kanununun yürürlükte olmadığı dönemde imzalanan ibranamenin geçerliliği sorunu, Dairemizin konuyla ilgili ilkeleri çerçevesinde değerlendirilmelidir. İbranamenin feshi izleyen bir aylık süre içinde düzenlenmesi ve ödemelerin banka kanalıyla yapılmamış oluşu 01.07.2012 tarihinden önce düzenlenen ibra sözleşmeleri için geçersizlik sonucu doğurmaz.
İşçi ve işveren arasında işverenin borçlarının sona erdirilmesine yönelik olarak Türk Borçlar Kanunu’nun yürürlülüğü öncesinde yapılan ibra sözleşmeleri yönünden geçersizlik sorunu aşağıdaki ilkeler dahilinde değerlendirilmelidir:
a)-Dairemizin kökleşmiş içtihatları çerçevesinde, iş ilişkisi devam ederken düzenlenen ibra sözleşmeleri geçersizdir. İşçi bu dönemde tamamen işverene bağımlı durumdadır ve iş güvencesi hükümlerine rağmen iş ilişkisinin devamını sağlamak veya bir kısım işçilik alacaklarına bir an önce kavuşabilmek için iradesi dışında ibra sözleşmesi imzalamaya yönelmesi mümkün olup, Dairemizin kararlılık kazanmış uygulaması bu yöndedir
b)-İbranamenin tarih içermemesi ve içeriğinden de fesih tarihinden sonra düzenlendiğinin açıkça anlaşılamaması durumunda ibranameye değer verilemez
c)-İbranamenin geçerli olup olmadığı 01.07.2012 tarihine kadar yürürlükte olan 818 sayılı Borçlar Kanununun irade fesadını düzenleyen 23-31. maddeleri yönünden de değerlendirilmelidir. İbra sözleşmesi yapılırken taraflardan birinin esaslı hataya düşmesi, diğer tarafın veya üçüncü şahsın hile ya da korkutmasıyla karşılaşması halinde, ibra iradesinden söz edilemez.
Öte yandan 818 sayılı Borçlar Kanununun 21 inci maddesinde sözü edilen aşırı yararlanma (gabin) ölçütünün de ibra sözleşmelerinin geçerliliği noktasında değerlendirilmesi gerekir.
İbranamedeki irade fesadı hallerinin, 818 sayılı Borçlar Kanununun 31 inci maddesinde öngörülen bir yıllık hak düşürücü süre içinde ileri sürülmesi gerekir). Ancak, işe girerken alınan matbu nitelikteki ibranameler bakımından iş ilişkisinin devam ettiği süre içinde bir yıllık süre işlemez.
d)-İbra sözleşmesi, varlığı tartışmasız olan bir borcun sona erdirilmesine dair bir yol olmakla, varlığı şüpheli ya da tartışmalı olan borçların ibra yoluyla sona ermesi mümkün değildir. Bu nedenle, işçinin hak kazanmadığı ileri sürülen bir borcun ibraya konu olması düşünülemez. Savunma ve işverenin diğer kayıtları ile çelişen ibra sözleşmelerinin geçersiz olduğu kabul edilmelidir
e)-Miktar içeren ibra sözleşmelerinde ise, alacağın tamamen ödenmiş olması durumunda borç ifa yoluyla sona ermiş olur. Buna karşın kısmi ödeme hallerinde, Dairemizin kökleşmiş içtihatlarında ibraya değer verilmemekte ve yapılan ödemenin makbuz hükmünde olduğu kabul edilmektedir . Miktar içeren ibranamenin çalışırken alınmış olması makbuz etkisini ortadan kaldırmaz
f)-Miktar içermeyen ibra sözleşmelerinde ise, geçerlilik sorunu titizlikle ele alınmalıdır. İrade fesadı denetimi yapılmalı ve somut olayın özelliklerine göre ibranamenin geçerliliği konusunda çözümler aranmalıdır Fesihten sonra düzenlenen ve alacak kalemlerinin tek tek sayıldığı ibranamede, irade fesadı haller ileri sürülüp kanıtlanmadığı sürece ibra iradesi geçerli sayılmalıdır
g)-Yine, işçinin ibranamede yasal haklarını saklı tuttuğuna dair ihtirazi kayda yer vermesi ibra iradesinin bulunmadığını gösterir
h)-İbranamede yer almayan işçilik alacakları bakımından, borcun sona erdiği söylenemez. İbranamede yer alan işçilik alacaklarının bir kısmı yönünden savunma ile çelişkinin varlığı ibranameyi bütünüyle geçersiz kılmaz. Savunma ile çelişmeyen kısımlar yönünden ibra iradesine değer verilmelidir. Başka bir anlatımla, bu gibi durumlarda ibranamenin bölünebilir etkisinden söz edilebilir. Bir ibraname bazı alacaklar bakımından makbuz hükmünde sayılırken, bazı işçilik hak ve alacakları bakımından ise çelişki sebebiyle geçersizlikten söz edilebilir. Aynı ibranamede çelişki bulunmayan ve miktar içermeyen kalemler bakımından ise borç ibra yoluyla sona ermiş sayılabilir.
İbraname savunması, hakkı ortadan kaldırabilecek itiraz niteliğinde olmakla yargılamanın her aşamasında ileri sürülebilir (
Somut olayda, Mahkeme tarafından verilen önceki karar davalı temyizi üzerine, Dairemizin Esas sayılı bozma ilâmı ile, dosyadaki ibranamenin, yıllık izne ilişkin bazı belgeler ile sair bir kısım belgenin değerlendirilerek sonuca gidilmesi gerekçesi ile bozulmuştur.
Dosya kapsamında, davacıya atfen imza taşıyan 01/12/2008- 31/12/2008 tarihleri arasında yıllık izin kullanmak istediğine ilişkin bir belge bulunmaktadır. Bu belge dışında 05/05/2008 tarihinde 21 günlük “izin formu” başlıklı belge, “izin talebinde bulunan” olarak davacıya atfen imza bulunan, yıllık izne ilişkin olup olmadığı anlaşılamayan ve kullanılıp kullanılmadığı da belli olmayan belge vardır. Ayrıca, 18-23/08/2008 tarih aralığına ilişkin 6 günlük ücretsiz izin belgesi bulunmaktadır.
Yukarda sıralanan belgeler, davacının yıllık izin kullandığını ispatlamadığı gibi, ibranamelerde de izin ücretini aldığı yönünde ifade bulunmaktadır. Davalı vekili Dairemizin bozma kararından önce verdiği temyiz dilekçesinde ise belgelere göre davacının yıllık izinlerini kullandığını belirtmiştir. O halde, ibranemeler savunma ile çelişiktir.
Açıklanan nedenler ile davacının yıllık izinlerini kullandığının ispatlandığı kabul edilemeyeceği gibi, ibranamelerin yıllık izin açısından geçerli olduğu da kabul edilemeyeceğinden davacının yıllık ücretli izin talebinin kabulü gerekirken reddi hatalıdır.'
Düzenlenen ibranamelerin yetersiz ve fahiş oldukları durumlarda iptalini öngören bir düzenlemede Karayolları Trafik Kanununda yer almaktadır .
Karayolları Trafik Kanununun 'Sorumluluğa ilişkin anlaşmalar' kenar başlığı altında 111. maddesine göre; ' Bu kanunda öngörülen hukuki sorumluluğu kaldıran veya daraltan anlaşmalar geçersizdir.
Tazminat miktarlarına ilişkin olup da yetersiz veya fahiş olduğu açıkça belli olan anlaşmalar veya uzlaşmalar yapıldıkları tarihten başlayarak iki yıl içinde iptal edilebilir.'
Bu maddeye göre, Karayolları Trafik Kanunuyla öngörülen hukuki sorumluluğu kaldıran veya daraltan anlaşmalar geçersizdir. Tazminat miktarlarına ilişkin olup, yetersiz veya fahiş olduğu açıkça belli olan anlaşmalar veya uzlaşmalar yapıldıkları tarihten başlayarak iki yıl içinde dava konusu yapılarak iptal edilebilirler. Bu durumda hak kazanılan tutar ile ödenen miktar arasında açık nispetsizlik olup olmadığı üzerine durulmalıdır. Açık nispetsizlik halinde belge, ibraname olarak değerlendirilmemelidir. İbranamenin gabin sebebiyle yasada belirtildiği üzere iki yıl içinde iptalinin istenebileceği ya da açılmış bir davada defi yoluyla ileri sürülebileceği yargısal kararlarda da kabul edilmiştir. (Şahin Çil-İş Hukukunda İbraname-2013-Sayfa 14)
Bu konuda ilgili Yargıtay Daire kararlarıda şöyledir.
'Dava, trafik kazasından kaynaklanan maddi ve manevi taziminat istemine ilişkindir.
Davalı vekili, davacıya ödeme yapılarak ibra edildiğini savunmaktadır. 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu'nun 'sorumluluğa ilişkin anlaşmalar' başlığını taşıyan 111. maddesi hükmü 'Karayolları Trafik Kanunu ile öngörülen hukuki sorumluluğu kaldıran veya daraltan anlaşmalar geçersizdir. Tazminat miktarlarına ilişkin olup da, yetersiz veya fahiş yapıldıkları tarihten başlayarak iki yıl içinde iptal edilebilir.' şeklindedir.
Taraflar arasında düzenlenen ibraname tarihi ile dava tarihi dikkate alındığında yasada belirtilen 2 yıllık sürenin dolmadığı anlaşıldığından davanın reddine karar verilmesi doğru görülmemiştir.''
'Dava, trafik kazasından kaynaklanan maddi ve manevi tazminat istemine ilişkindir. Mahkemece istem, davacının şikayetten vazgeçme beyanına dayalı olarak reddedilmiş, kararı davacı temyiz etmiştir.
Davaya konu kaza 14.06.2003 tarihinde meydana gelmiş, davacı aynı gün alınan ifadesinde davalıdan şikayetçi olmadığını beyan etmiştir. Ceza davasının şikayet yokluğu nedeni ile düşürülmesine karar verilmiştir. İlk derece mahkemesince ceza davasında şikayetten vazgeçme beyanında maddi haklar saklı tutulmadığı için eldeki davanın reddine karar verilmiştir.
2918 sayılı yasanın 111. maddesi “Bu Kanunla öngörülen hukuki sorumluluğu kaldıran veya daraltan anlaşmalar geçersizdir. Tazminat miktarlarına ilişkin olup da, yetersiz veya fahiş olduğu açıkça belli olan anlaşmalar veya uzlaşmalar yapıldıkları tarihten başlayarak iki yıl içinde iptal edilebilir.”hükmünü amirdir. Şikayetten vazgeçme beyanı bir bedel içermediği gibi davalının hukuki sorumluluğunu da ortadan kaldırmamaktadır. Şu halde işin esasına girilerek kusur oranı ve zarar kapsamı belirlenerek hüküm kurulmak üzere kararın bozulması gerekmiştir.''
'Dava konusu olay nedeniyle düzenlenen “İbraname” başlıklı belgede ödenen miktar yazılı olmamakla birlikte, yapılan ödemenin 7.000,00-TL olduğu taraflar ile mahkemenin kabulündedir.
2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu’nun 111. maddesinin 2. fıkrasında, tazminat miktarına ilişkin olup da yetersiz veya fahiş olduğu açıkça belli olan anlaşmalar ve uzlaşmaların yapıldığı tarihten itibaren iki sene içinde iptal edileceği; sorumluluğu kaldıran veya daraltan anlaşmaların da geçersiz olduğu hüküm altına alınmıştır. Şu durumda, yapılan ödeme makbuz niteliğindedir. Davacı anne ve babanın destekten yoksun kalma zararları belirlenmiş olduğuna göre; yapılan ve makbuz niteliğinde olan ödeme miktarının, hesaplanan destekten yoksunluk zararlarından düşülerek maddi zararın kapsamının belirlenmesi ve davacı anne ile baba yararına uygun bir miktarda manevi tazminat takdir edilmesi gerekir. Mahkemece, yapılan kısmi ödeme gerekçe gösterilerek davacı anne ve babanın manevi tazminat istemlerinin reddi doğru bulunmamıştır. Karar, açıklanan nedenle yerinde görülmemiş ve bozmayı gerektirmiştir.'
Aşırı yaralanma ve ibra hukuksal nedeni öğretide ve yargısal içtihatlarda bu şeklide tartışılmışken somut olayıda bu açıklananların ışığında irdelelemek gerekmektedir.
Somut olayda; davacı kampüs inşaatında imalat işçisi olarak görev yapmakta iken ikinci kattan zemine düşerek ağır yaralanmıştır.
Ayın olayda adında dava dışı bir işçi daha yaralanmıştır.
Olayın iş kazası olduğunda bir uyuşmazlık bulunmamaktadır. Yapılan tespitlerde davacının beş tane kaburgasının kırık ve pilatin takılı olduğu, ayağının 3 yerden kırıldığı, baldır bölgesinde kırık olduğu ve işitme engelinin bulunduğu anlaşılmıştır.
Sağlık bakanlığı, Hastanesinin 7.3.2014 tarihli raporunda; davacının sağ tibia-fibula kırık sekeli ve bilateral işitme kaybı nedeniyle maluliyet oranının %57 olarak belirlendiği anlaşılmıştır.
Olay tarihi 29.8.2013 tarihi olup, davacı ve davalılar 25.000 TL maddi ve manevi tazminat karşılığında uzlaşmışlar ve bu uzlaşma 7.11.2013 tarihinde, yani olaydan yaklaşık iki ay bir süre sonra onaylanmıştır. Davacı aşırı yararlanma, müzayaka (darda kalma ) iddiasıyla davasını TBK 28/2. maddesinde belirtilen bir yıllık hak düşürücü süre içerisinde açmıştır.
Yine somut olayın incelenmesinde; davacının davalıları ibra vaadinde bulunmuş, daha sonrada uzlaşma tutanağıylada ibra etmiştir. İbra kurumu 818 Sayılı BK'da düzenlenmemesine rağmen yargısal kararlarda edimler arasında açık oransızlık varsa mahkemece tartışılması gerektiği hususu istikrar kazanmıştır. Nitekim 1.7.2012 tarihinde yürürlüğe giren TBK'nın 132. maddesinde ibra kurumu yerini almış, genel hizmet sözleşmesi bölümünün 420. maddesinde de ibranın şartları ve hükümsüzlüğü anlatılmıştır.
Öğretide ve yargısal kararlardaki hakim görüş nazara alınarak aldatma, yanılma ve korkutma gibi iradenin fesada uğratıldığı hallerde olduğu gibi, aşırı yararlanma (sömürme, gabin) halini de iradenin hükümsüzlüğü gibi değerlendirmek gerekmektedir.
Yani aldatma (hile), yanılma (hata) ve korkutmada (ikrah) olduğu gibi aşırı yararlanma (müzeyaka, darda kalma, sömürme) halleride tanık dahil her türlü dellile ispatlanabilir.
Bu durumda mahkemece yapılacak iş, davacının aşırı yararlanma, darda kalma, hukuksal nedenine ilişkin tüm delilleri toplamak, davacının iş kazası nedeniyle maluliyetini kesin olarak saptamak, kurumca sürekli iş göremezlik geliri bağlanıp bağlanmadığını araştırmak, tarafların olaydaki kusur durumunu saptamak, davacının gerçek zararını ortaya koymak ve yapılan ödemeye göre açık oransızlığın bulunup bulunmadığını saptamak ve ortaya konan delillere göre somut olayda aşırı yararlanma hukuksal olgusunun gerçekleşip gerçekleşmediğini belirlemekten ibarettir.
TBK 28'e göre aşırı yararlanma (sömürme) hukuksal nedenine bağlı olarak iradenin fesada uğratıldığı kanıtlandığı takdirde bu durumda dairemizin yerleşmiş ve istikrar kazanmış içtihatları doğrultusunda, ödemenin yapıldığı tarih göz önünde tutularak davacının karşılanmayan zararının uzman bilirkişiler aracılığı ile saptanması, böylece hesaplanacak miktar ile bunu karşılık alınan meblağ arasında açık oransızlığın bulunup bulunmadığının denetlenmesi, açık oransızlığın bulunması durumunda maddi tazminata ilişkin ödemenin 'kısmi ifayı içeren makbuz' niteliğinde kabul edilmesi ve yapılan ödemenin ödeme tarihindeki gerçek zararı hangi oranda karşıladığının saptanması, son verilere göre hesaplanan tazminat miktarından, yasal indirimler yapılmak suretiyle belirlenecek karşılanmayan zarardan davalı tarafın ödeme yapılan tarihe göre zararı karşılandığı oranda indirim yapılması, daha sonra kalan miktara hükmedilmesi gerekmektedir.
Tüm yukarıda açıklanan nedenlerden dolayı ilk derece mahkemesi kararının bozulması gerekirken, yüksek Özel Daire sayın çoğunluğunun ilk derece mahkemesinin ''davanın reddine'' dair kararını onamasına dair görüşüne ve kararına katılmıyorum.19.04.2016