3. Hukuk Dairesi 2022/3103 E. , 2022/3933 K.
MAHKEMESİ :ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ
FERİ MÜDAHİL : ... VEK. AV. ...
Taraflar arasında ilk derece mahkemesinde görülen ve istinaf incelemesinden geçen tazminat davasında verilen karar hakkında yapılan temyiz incelemesi sonucunda, Dairece bölge adliye mahkemesi kararının kaldırılmasına ve ilk derece mahkemesi kararının bozulmasına dair verilen karara, ilk derece mahkemesince direnilmesine dair verilen hükmün, süresi içinde davacı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine, dosyadaki kağıtlar okunup gereği düşünüldü:
Y A R G I T A Y K A R A R I
Davacı; internet sitesi üzerinden satış ilanı verilen ... plaka sayılı aracın sahibi olarak görünen ... isimli kişi ile irtibata geçerek alım satım hususunda anlaştığını, bu kişinin ruhsat sahibi olan babası ...’nın ziyaret amacıyla Şereflikoçhisar'da bulunması nedeniyle satış işleminin bahse konu yerde yapılacağını söylediğini, bunun üzerine eşi ve aynı zamanda vekili olan ... ile eşinin arkadaşı ...’in satış işlemlerini tamamlamak üzere Şereflikoçhisar'a giderek, ruhsat sahibi olarak görünen ... isimli kişi ile buluştuklarını, davalı noter tarafından araç satış işleminin gerçekleştirildiğini, araç satış bedeli olarak 34.000 TL karşılığı 10.000 Euro'nun satıcı görünen kişilere ödendiğini, satıştan bir süre sonra aracın sahte plaka düzenlenerek satıldığını öğrendiğini, bu hususta savcılığa suç duyurusunda bulunduğunu, emniyette yapılan inceleme sonucunda, ruhsatta yazan şase numarası ile aracın şase numarasının birbirinden farklı olduğunun ve davalı notere satıcı tarafından sunulan nüfus cüzdanının da sahte olduğunun anlaşıldığını; gerekli dikkat ve özeni göstermeyerek sahte nüfus cüzdanı ile işlem yapan davalı noterin tam kusurlu olduğunu, satış bedeli ile noterlik masrafından oluşan zararının tazmin edilmesi için gönderdiği ihtarnameye davalı noter tarafından cevap verilmediğini ileri sürerek; manevi tazminat, aracı kullanamaktan doğan zarar ve diğer fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak kaydıyla, şimdilik satış bedeli olarak ödediği 34.000 TL’nin olay tarihinden işleyecek yasal faizi ile birlikte davalıdan tahsilini talep etmiştir.
Davalı; satış işlemini yaptığı sırada aracı görme imkanının bulunmadığını, satıcının ibraz ettiği nüfus cüzdanındaki bilgilerin bilgisayar sistemi üzerinden nüfus kayıtları ile karşılaştırıldığını, ibraz edilen nüfus cüzdanının sahte olduğunun çıplak gözle fark edilemediğini, mor ışıkta yapılan güvenlik kontrolünde de şüpheli bir durumun olmadığının görüldüğünü, alıcı vekilinin kimlik bilgilerinin sistemde gözüken bilgilerle birebir örtüşmemesi üzerine kimliğin değiştirilmesini istediğini, alıcı vekilinin kimliğini değiştirmesinden sonra tarafların kimlik bilgileri ile tescil belgesinin sistemdeki bilgiler ile örtüştüğünün tespit edilmesi üzerine satış işlemini gerçekleştirdiğini, satış işleminde kullanılan sahte kimlikle 19/08/2015 tarihinde bir başka noter tarafından vekaletname düzenlendiğini, düzenlenen bu vekaletname ile yine ... Tescil Dairesinden ... tescil belgesi alındığını; bu sebeple sahte kimliğin iğfal kabiliyetinin bulunduğunu, noter veya çalışanından sahte belge üzerinde grafolojik inceleme yapmasının beklenemeyeceğini, kimlik paylaşım sisteminde nüfus kayıt bilgilerinin görülebildiğini, nüfus cüzdanı sahibinin fotoğrafı ve nüfus cüzdanını tanzim eden memurların isimlerinin görülemediğini, ... numaralarını kontrol etmeyen, alıcı vekili olarak işleme katılan ...'ın zararın oluşmasına bizzat katkıda bulunduğunu, ağır ve tam kusurlu olduğunu, üçüncü kişinin ağır kusuru ile illliyet bağının kesildiğini savunarak, davanın reddini istemiştir.
İlk derece mahkemesince; satıcı tarafından notere sunulan fotoğraflı belge ile satıcının aynı kişi olduğu, nüfus müdürlüğüne bağlı online sistemden belge sahibinin fotoğrafının noter ekranına düşmediği, sahte belge ile sistemde bulunan bilgilerin birebir örtüştüğü dikkate alındığında, satıcı tarafından kullanılan belgenin iğfal kabiliyetine haiz olduğu, noter tarafından üzerine düşen tüm sorumlulukların eksiksiz yerine getirildiği, davalı notere atfedilebilecek herhangi bir kusurun bulunmadığı gerekçesiyle, davanın reddine karar verilmiş; karara karşı, davacı vekili tarafından istinaf yoluna başvurulmuştur.
Bölge adliye mahkemesince, oy çokluğu ile davacı tarafın istinaf başvurusunun esastan reddine karar verilmiş; karar, davacı vekilinin temyizi üzerine, Dairece verilen 17/02/2020 tarihli ve 2019/4162 E. 2020/1361 K. sayılı kararla;
(...Somut olayda; dava dışı üçüncü kişinin kimlik bilgileri kullanılarak sahte kimlik düzenlendiği, bahse konu sahte kimlik esas alınarak, Şereflikoçhisar Noterliği tarafından 24/08/2015 tarihinde davaya konu araç satışının gerçekleştirildiği, gerçek araç maliki tarafından açılan dava ile satış işleminin geçersizliğinin kabulüne karar verildiği, noter işlemi sırasında kullanılan sahte nüfus cüzdan suretinin aslı temin edilemediğinden, sahte nüfus cüzdanının iğfal kabiliyetinin bulunup bulunmadığı yönünde bilirkişi incelemesi yapılamadığı anlaşılmaktadır. Davalı noterin sorumluluğu, Noterlik Kanunu'nun 162. maddesine dayalı kusursuz sorumluluk olup, oluşan zarar ile davalı noter işlemi arasında uygun illiyet bağının kurulduğunun kabulü gerekir. Davalı noterin kusursuz sorumluluğunu ortadan kaldıracak şekilde nedensellik bağının kesildiğini ispat külfeti ise, davalı notere düşmektedir.
Öte yandan; Türk Borçlar Kanunu'nun 52. maddesinin 1. fıkrası uyarınca; 'Zarar gören, zararı doğuran fiile razı olmuş veya zararın doğmasında ya da artmasında etkili olmuş yahut tazminat yükümlüsünün durumunu ağırlaştırmış ise hâkim, tazminatı indirebilir veya tamamen kaldırabilir.'
Hal böyle olunca, İlk derece mahkemesince; aslı temin edilemeyen, bu nedenle iğfal kabiliyetinin bulunup bulunmadığı tespit edilemeyen sahte nüfus cüzdanına istinaden, söz konusu araç satış işleminin yapıldığı, davalı noterin sorumluluğunun kusursuz sorumluluk olduğu, illiyet bağının kesildiğinin davalı noter tarafından ispat edilemediği dikkate alınarak, zarar doğuran eylem nedeniyle davacının bölüşük (müterafik) kusurunun bulunup bulunmadığı da araştırılarak, davacının maddi zararının belirlenmesi suretiyle davalıdan tahsiline karar verilmesi gerekirken; eksik inceleme ve yanılgılı değerlendirme ile davanın tümden reddine karar verilmesi doğru görülmemiş, bozmayı gerektirmiştir...)
Gerekçesiyle, bölge adliye mahkemesi kararı kaldırılarak ilk derece mahkemesi kararı davacı yararına bozulmuştur.
İlk derece mahkemesince; dava konusu alacak miktarının 34.000 TL olduğu, bölge adliye mahkemesince istinaf başvurusu hakkında kararın verildiği 2019 yılında temyiz edilebilirlik kesinlik sınırının 58.800 TL olmasına rağmen Yargıtay tarafından dosya hakkında esastan inceleme yapıldığı, kesinlik sınırının kamu düzeninden olduğu, dolayısıyla ilk derece mahkemesi tarafından uyma kararı verilmesi halinde dahi taraf lehine kazanılmış hak oluşturmayacağı gerekçesiyle, bozma kararına karşı direnilmesine ve davanın reddine karar verilmiş; karar, davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu (HMK)’nun 373 üncü maddesinin beşinci fıkrası uyarınca Dairede yapılan görüşmeler sırasında işin esasına geçilmeden önce, ilk derece mahkemesince, temyiz sınırının altında olmasına (veya temyiz süresinin geçmesine) rağmen temyiz incelemesinin gerçekleştirildiği gerekçesiyle Yargıtay bozma kararına karşı direnilmesinin mümkün olup olmadığı hususu ön sorun olarak tartışılmıştır.
HMK’nın 341 inci maddesinde istinaf yoluna başvurulabilen kararlar; 361 ve 362 nci maddelerinde ise temyiz edilebilen ve temyiz edilemeyen kararlar hüküm altına alınmıştır. HMK’nın 362 nci maddesinin birinci fıkrasının (a) bendi uyarınca, “Miktar veya değeri kırkbin Türk Lirasını (bu tutar dahil) geçmeyen davalara ilişkin kararlar” hakkında temyiz yoluna başvurulmaz.
Hemen belirtilmelidir ki, kesinlik sınırı kamu düzeninden olup bir mahkeme kararının temyiz edilip edilemeyeceği belirlenirken, temyiz hakkının doğduğu (kararın verildiği) tarihteki hukuksal durum esas alınmalı; karar tarihinde yürürlükte bulunan kanun hükmü temyiz sınırı yönünden hangi düzenlemeyi içeriyor ise ona bağlı kalınmalıdır.
6763 sayılı Kanun’un 44 üncü maddesiyle HMK'ya eklenen 'Parasal sınırların artırılması' başlıklı Ek madde 1 ile aynı Kanun'un 362 nci maddesinde öngörülen parasal sınır her takvim yılı başından geçerli olmak üzere, o yıl için 04/01/1961 tarihli ve 213 sayılı Vergi Usul Kanunu’nun mükerrer 298 inci maddesi hükümleri uyarınca Maliye Bakanlığınca her yıl tespit ve ilan edilen yeniden değerleme oranında artırılması suretiyle belirlenmektedir. Anılan maddenin ikinci fıkrasına göre; '...341 inci, 362 nci ve 369 uncu maddelerdeki parasal sınırların uygulanmasında hükmün verildiği tarihteki miktar esas alınır'.
Hakkında temyiz yoluna başvurulamayan (temyizi kabil olmayan) bu kararlar, verildikleri anda kesindir.
(...Kanundan ötürü verildiği anda kesin olan bir karar temyiz edilirse, temyiz talebi (esasına girilmeden) mesmu olmadığından dolayı reddedilir. Fakat, Yargıtay, böyle bir (kesin) kararı yanlışlıkla bozarsa, bu bozma kararı ve mahkemenin bundan sonra yaptığı işlemler geçersizdir (yok sayılır); misal:
“Yasa gereği esasen kesin bulunan bir karar ile, olağan olarak biçimsel anlamda kesinleşmiş olma niteliğini kazanan bir karar arasında doğuracakları olumlu ya da olumsuz sonuçlar itibariyle bir fark yoktur. Değişik söyleyişle, bu kararlar, hüküm ve güçleri bakımından eşdeğerdedir. Bu nedenle, yasa gereğince kesin bulunan ve maddi anlamda kesin hüküm niteliğini taşıyan bir yargı kararının dahi Yargıtay’ca incelenip bozulması mümkün değildir. Özellikle Anayasa’mızın 132. maddesi (şimdiki 138. maddesi) belirgin biçimde bu yönü doğrulamaktadır. Şu duruma göre, kesin nitelikte yerel mahkeme kararını bozan Dairemizin önceki ilamı, yasaca ve hukukca yok olarak kabul edilmelidir. Öbür yandan, böyle bir Yargıtay kararına yerel mahkemece de uyulmasına cevaz verilemez. Yani, yerel mahkeme tarafından bu bozma ilamına uyularak verilen ve eskisine tamamen ters düşen şimdiki karar ile mahkemeyi bu karara vardıran yargılama işlemleri dahi tüm geçersizdir ve dolayısıyle, mahkemenin ilk kez vermiş olduğu kesin nitelikteki karar, olduğu gibi hüküm ve etkisini sürdürmektedir.”(Yargıtay 10. Hukuk Dairesinin 23/01/1980 tarihli ve 335/285 K. sayılı kararı) Baki Kuru, Hukuk Muhakemeleri Usulü, 2001, Cilt 5, S.4981-4982”.
Temyiz edilebilen kararlar ise, temyiz süresinin geçmesi ile kesinleşir.
“Temyiz süresi geçtikten sonra hüküm temyiz edilir, mahkeme ve Yargıtay özel dairesi temyiz süresinin geçtiğini (ve bu nedenle hükmün kesinleştiğini) nazara almaz ve bu nedenle Yargıtay özel dairesi temyiz incelemesini yaparak (aslında kesinleşmiş olan) hükmü bozarsa, hüküm mahkemesi temyiz süresi geçtiği için hükmün kesinleşmiş olduğu gerekçesiyle hükmünde direnir ve HGK bu diirenme kararını onamak suretiyle, özel dairenin bozma kararını kaldırır; misaller:
“Bu durumda HUMK.nun 177. maddesinde öngörülen yedi günlük süre geçmiş olmasına rağmen Özel Daire temyiz istemini süresinde kabul ederek kararı bozmuştur. Görülüyor ki Özel Daire, süresinde temyiz edilmeyerek kesinleşmiş olan bir kararı incelemiş ve bozmuştur. O halde, yerel mahkemenin bu bozma ilamına uymaması ve önceki kararında direnmesi usul kuralı gereğidir. Çünkü mahkeme Usulün 429 uncu maddesindeki yetkisini kullanırken bozmanın usule uygun olup olmadığını dahi gözönünde bulundurmakla ödevlidir. Demek ki, hükmü veren mahkeme bozmaya uyup uymamayı kararlaştırırken, bozmanın ilgili bulunduğu hükmün kesinleşip kesinleşmediğini (de) inceleyecektir (HGK’nın 21/04/1965 tarihli ve 117-171 K., 01/10/1975 tarihli ve 1974/9-630 E. 1052 K., 11/12/1981 tarihli ve 1980/1-226 E. 1981/826 K., 10/03/1982 tarihli ve 8/1496-256, 01/10/1975 tarihli ve 9/630-1052 K. sayılı kararları - Baki Kuru, Hukuk Muhakemeleri Usulü, 2001, Cilt 5, S.4563-4564, 4657)”.
Yapılan bu açıklamalar birlikte değerlendirildiğinde; kararı veren mahkeme, HMK’nın 373 üncü maddesinin üçüncü fıkrası uyarınca bozma kararına uyulup uyulmayacağına karar verirken, bozmanın ilgili bulunduğu kararın (verildiği anda veya temyiz süresinin geçmiş olması nedeniyle) kesinleşip kesinleşmediğini de incelemesi gerektiği, bu nedenle ön sorunun bulunmadığı oy birliği ile kabul edilerek işin esasının incelenmesine geçilmiştir.
Dava tarihinde yürürlükte olan HMK’nın 119 uncu maddesinde dava dilekçesinin içeriği belirtilmiştir. Buna göre “açık bir şekilde talep sonucu” dava dilekçesinde gösterilmedir (m.119/1-g). Taleple bağlılık ilkesi gereği mahkeme davacının talep ettiğinden fazlasına veya başka bir şeye karar veremeyecektir (HMK m.26). Bu nedenle davacı, nelerin hüküm altına alınmasını istediğini, açık ve noksansız bir şekilde dava dilekçesinin talep sonucu bölümünde bildirmelidir.
Davacının aynı davalıya karşı birbirinden bağımsız birden fazla asli talebini aynı dava dilekçesinde ileri sürmesi olarak tanımlanan davaların yığılması (objektif dava birleşmesi) hâlinde (HMK m.110), talep sayısı kadar dava söz konusudur. Bu durumda da HMK’nın 297 nci maddesinin ikinci fıkrası uyarınca her bir talep bakımından ayrı ayrı hüküm verilmesi gerekir.
Eldeki uyuşmazlıkta, davacı; dava dilekçesinin talep sonucu bölümünde, manevi tazminat, aracı kullanamaktan doğan zarar ve diğer fazlaya ilişkin haklarını saklı tutarak, şimdilik satış bedeli olarak ödediği 34.000 TL’nin olay tarihinden işleyecek faizi ile tahsilini talep etmiştir. Gelinen bu aşamada kısmi dava hakkında açıklama yapılması yerinde olacaktır
Alacağın yalnızca bir kesimi (bölümü) için açılan davaya kısmi dava denir. Bir davanın kısmi dava olarak nitelendirilebilmesi için, alacağın tümünün aynı hukuki ilişkiden doğmuş olması ve bu alacağın şimdilik belirli bir kesiminin dava edilmesi gerekir (HMK m.109). Diğer bir söyleyişle, bir alacak hakkında daha fazla bir miktar için tam dava açma imkânı bulunmasına rağmen, alacağın bir kesimi için açılan davaya, kısmi dava denir. Kısmi dava açılabilmesi için talep konusunun bölünebilir olması gerekli olup, açılan davanın kısmi dava olduğunun dava dilekçesinde açıkça yazılması gerekmez. Dava dilekçesindeki açıklamalardan davacının alacağının daha fazla olduğu anlaşılıyor ve istem bölümünde 'fazlaya ilişkin haklarını saklı tutması” ya da “alacağın şimdilik şu kadarını dava ediyorum” şeklinde bir ifadeye yer verilmiş ise, bu husus, davanın kısmi dava olarak kabulü için yeterli sayılmaktadır.
Dava konusu alacak, bir alacağın belli bir kesimi olmayıp bağımsız bir alacak ise, o zaman dava, tam dava olur.
Davacının kısmi dava mı yoksa tam dava mı açtığı, dava dilekçesinden (talep sonucundan) anlaşılır. Davacı, dava sebebi olarak gösterdiği vakıalardan (hukuki ilişkiden) doğan alacağının tümünü mü, yoksa yalnız bir kesimini mi istediğini (dava ettiğini) açıkça bildirmelidir. Aksi halde, yani davacı alacağının yalnız bir kesimi için dava açtığını bildirmemiş ise, dava (kısmi dava değil) tam dava sayılır.
Tüm bu açıklamalar ışığında somut olay incelendiğinde; davacı, dava dilekçesinin sonuç bölümünde, satın aldığı aracın elinden alınması nedeniyle; ödediği satış bedeli, manevi tazminat ve aracı kullanamaktan doğan zarar olmak üzere birbirinden bağımsız birden fazla kalem alacağının bulunduğunu iddia ederek, bunlardan şimdilik (ödediği satış bedeli olan) 34.000 TL’nin tazmini için dava açtığını bildirmiştir. Böyle bir dava kısmi dava değildir, tam davadır; çünkü davacı ödediği satış bedelinin tamamını dava konusu yapmıştır.
Buna göre, istinaf başvurusu hakkında bölge adliye mahkemesince verilen kararın temyiz sınırının altında kaldığı ancak Dairece zuhulen temyiz isteminin kabulü ile bölge adliye mahkemesi kararı kaldırılarak ilk derece mahkemesi kararının bozulduğu, eş söyleyişle Dairece verilen bozma kararına itibar edilemeyeceği bu defa yapılan inceleme ile belirlenmiştir.
Hal böyle olunca; ilk derece mahkemesinin aynı gerekçeye dayalı, davanın reddine dair direnme kararı usul ve kanuna uygun olup, onanmalıdır.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle, davacı vekilinin yerinde bulunmayan bütün temyiz itirazlarının reddi ile usul ve kanuna uygun olan direnme kararının ONANMASINA, 21/04/2022 tarihinde oy birliği ile karar verildi.