1. Hukuk Dairesi 2016/6140 E. , 2019/4845 K.
MAHKEMESİ :ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ
DAVA TÜRÜ : TAPU İPTALİ VE TESCİL
Taraflar arasında görülen tapu iptali ve tescil davası sonunda, yerel mahkemece davanın kabulüne ilişkin olarak verilen karar davalı vekili tarafından yasal süre içerisinde duruşma istekli temyiz edilmiş olmakla, duruşma günü olarak saptanan 26.09.2019 Perşembe günü için yapılan tebligat üzerine temyiz eden davalı vekili Avukat ... geldi, davetiye tebliğine rağmen temyiz edilen davacılar ... v.d. vekili Avukat gelmedi, yokluğunda duruşmaya başlandı, süresinde verildiği ve kayıt olunduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra gelen vekilin sözlü açıklamaları dinlendi, duruşmanın bittiği bildirildi, iş karara bırakıldı. Bilahare Tetkik Hakimi ... tarafından düzenlenen rapor okundu, düşüncesi alındı. Dosya incelenerek gereği görüşülüp düşünüldü:
-KARAR-
Dava, muris muvazaası hukuksal nedenine dayalı miras payı oranında tapu iptal tescil istemine ilişkindir.
Davacılar ve asli müdahil, mirasbırakanları ...’in 747, 1100, 1036, 1930 ve 2371 parsel sayılı taşınmazlarını dava dışı...’a devrettiğini, ... ...’ın bu taşınmazları davalıya temlik ettiğini; mirasbırakanın 505, 748, 751, 765, 1772, 4462, 4477 ve 1800 parsel sayılı taşınmazlarını da ölünceye kadar bakma akdi ile davalıya devrettiğini, temliklerin mirasçılardan mal kaçırmak amacıyla muvazaalı olarak yapıldığını ileri sürerek dava konusu taşınmazların davalı adına olan tapu kayıtlarının miras payları oranında iptali ile adlarına tesciline karar verilmesini istemişler, aşamada 06.04.2015 tarihli dilekçe ile 1930 parsel sayılı taşınmaz yönünden taleplerini bedele hasretmişlerdir.
Davalı, işlem tarihinde ekonomik durumunun iyi olduğunu, dava konusu bir kısım taşınmazı dava dışı...’dan bedelini ödeyerek satın aldığını, mirasbırakan ile kendisinin ilgilendiğini, ölünceye kadar bakma akdinin muvazaalı olmadığını, davacıların haksız olduklarını belirterek davanın reddini savunmuştur
Mahkemece, temlikin mirasçılardan mal kaçırma amaçlı ve muvazaalı olduğu gerekçesi ile davanın kabulüne karar verilmiştir.
Dosya içeriği ve toplanan delillerden; mirasbırakanın 20.06.1990 tarihinde öldüğü, geride davalı oğlu ...; 2005 yılında ölen kızı ...’den olma torunları davacılar ... ve asli müdahil ...; 2007 yılında ölen kızı ...’den olma torunları davacılar .... ve ... ile dava dışı ..., ..., ..., ..., ...,
..., ..., ... ve ...’in mirasçı olarak kaldığı, mirasbırakanın 1930, 2371, 1036, 1100 ve 747 parsel sayılı taşınmazlarını 30.09.1986 tarihinde dava dışı...’a sattığı, ... ...’ın da aynı taşınmazları 27.10.1987 tarihinde davalı ...’e temlik ettiği, mirasbırakanın 505, 765, 751, 748, 1772, 4462, 4477 ve 1800 parsel sayılı taşınmazları ile dava dışı 2 parça taşınmazını 14.08.1989 tarihinde davalı ...’e ölünceye kadar bakma akdi ile devrettiği anlaşılmaktadır.
Bilindiği üzere, uygulamada ve öğretide 'muris muvazaası' olarak tanımlanan muvazaa, niteliği itibariyle nisbi (mevsuf-vasıflı) muvazaa türüdür. Söz konusu muvazaada miras bırakan gerçekten sözleşme yapmak ve tapulu taşınmazını devretmek istemektedir. Ancak mirasçısını miras hakkından yoksun bırakmak için esas amacını gizleyerek, gerçekte bağışlamak istediği tapulu taşınmazını, tapuda yaptığı resmi sözleşmede iradesini satış veya ölünceye kadar bakma sözleşmesi doğrultusunda açıklamak suretiyle devretmektedir.
Bu durumda, yerleşmiş Yargıtay içtihatlarında ve 01.04.1974 tarihli 1/2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında açıklandığı üzere görünürdeki sözleşme tarafların gerçek iradelerine uymadığından, gizli bağış sözleşmesi de Türk Medeni Kanunu'nun (TMK) 706., Türk Borçlar Kanunu'nun (TBK) 237. (Borçlar Kanunu'nun (BK) 213.) ve Tapu Kanunu'nun 26. maddelerinde öngörülen şekil koşullarından yoksun bulunduğundan, saklı pay sahibi olsun veya olmasın miras hakkı çiğnenen tüm mirasçılar dava açarak resmi sözleşmenin muvazaa nedeni ile geçersizliğinin tespitini ve buna dayanılarak oluşturulan tapu kaydının iptalini isteyebilirler.
Hemen belirtmek gerekir ki; bu tür uyuşmazlıkların sağlıklı, adil ve doğru bir çözüme ulaştırılabilmesi, davalıya yapılan temlikin gerçek yönünün diğer bir söyleyişle miras bırakanın asıl irade ve amacının duraksamaya yer bırakmayacak biçimde ortaya çıkarılmasına bağlıdır. Bir iç sorun olan ve gizlenen gerçek irade ve amacın tespiti ve aydınlığa kavuşturulması genellikle zor olduğundan bu yöndeki delillerin eksiksiz toplanılması yanında birlikte ve doğru şekilde değerlendirilmesi de büyük önem taşımaktadır. Bunun için de ülke ve yörenin gelenek ve görenekleri, toplumsal eğilimleri, olayların olağan akışı, mirasbırakanın sözleşmeyi yapmakta haklı ve makul bir nedeninin bulunup bulunmadığı, davalı yanın alım gücünün olup olmadığı, satış bedeli ile sözleşme tarihindeki gerçek değer arasındaki fark, taraflar ile miras bırakan arasındaki beşeri ilişki gibi olgulardan yararlanılmasında zorunluluk vardır.
6098 sayılı Türk Borçlar Kanununun (TBK) m. 611. maddesine göre ölünceye kadar bakıp gözetme sözleşmesi, taraflarına karşılıklı hak ve borçlar yükleyen bir akittir. (818 s. Borçlar Kanununun (BK) m. 511). Başka bir anlatımla ivazlı sözleşme türlerindendir. Bu sözleşme ile bakım alacaklısı, sözleşme konusu malın mülkiyetini bakım borçlusuna geçirme; bakım borçlusu da bakım alacaklısına yasanın öngördüğü anlamda ölünceye kadar bakıp gözetme yükümlülüğü altına girer. (TBK m. 614 (BK) m. 514)).
Bakıp gözetme koşulu ile yapılan temliki işlemin geçerliliği için sözleşmenin düzenlendiği tarihte bakım alacaklısının özel bakım gereksinimi içerisinde bulunması zorunlu değildir. Bu gereksinmenin sözleşmeden sonra doğması ya da alacaklının ölümüne kadar çok kısa bir süre sürmüş bulunması da sözleşmenin geçerliliğine etkili olamaz.
Kural olarak, bu tür sözleşmeye dayalı bir temlikin de muvazaa ile illetli olduğunun ileri sürülmesi her zaman mümkündür. En sade anlatımla muvazaa, irade ile beyan arasında kasten yaratılan aykırılık olarak tanımlanabilir. Böyle bir iddia karşısında, asıl olan tarafların akitteki gerçek ve müşterek amaçlarının saptanmasıdır. (TBK m. 19 (BK m. 18)). Şayet bakım alacaklısının temliki işlemde bakıp gözetilme koşulunun değil de, bir başka amacı gerçekleştirme iradesini taşıdığı belirlenirse (örneğin mirasçılarından mal kaçırma düşüncesinde ise), bu takdirde akdin ivazlı (bedel karşılığı) olduğundan söz edilemez; akitte bağış amacının üstün tutulduğu sonucuna varılır. Bu halde de Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu'nun 01.04.1974 gün ve 1/2 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı olayda, uygulama yeri bulur.
Mirasbırakanın, ölünceye kadar bakıp gözetme karşılığı yaptığı temlikin muvazaa ile illetli olup olmadığının belirlenebilmesi içinde, sözleşme tarihinde murisin yaşı, fiziki ve genel sağlık durumu, aile koşulları ve ilişkileri, elinde bulunan mal varlığının miktarı, temlik edilen malın, tüm mamelekine oranı, bunun makul karşılanabilecek bir sınırda kalıp kalmadığı gibi bilgi ve olguların göz önünde tutulması gerekir.
Diğer taraftan, muvazaa iddiasına dayalı davalarda mirasbırakanın kastının açık bir şekilde saptanması gerekmektedir. Bu kapsamda HMK’nun 190. maddesi ve TMK’nun 6. maddesi gereğince herkes iddiasını ispatla mükelleftir.
Somut olaya gelince; davacıların anneleri olan mirasbırakanın kızları ... ile ...’nin 2005 ve 2007 yıllarında öldükleri ve mirasbırakanın ölümünden sonra geçen sürede muvazaa iddiasına dayanarak dava açmadıkları açık olup davalı tanığı olarak dinlenen ve davanın kabulü halinde çekişmeli taşınmazlarda hak sahibi olabilecek dava dışı mirasçı ...’in beyanlarından 30.09.1986 tarihli temlikin gerçek satış olduğu anlaşılmaktadır.
Ölünceye kadar bakma akdi ile temlik edilen taşınmazlar yönünden ise mirasbırakanın sağlığında bakım borcunun yerine getirilmediği iddiası ile dava açmadığı ve terekesinde 17 parçasında malik, 7 parçasında paydaş olduğu toplam 24 parça taşınmaz kaldığı gözetildiğinde ölünceye kadar bakma akdi ile temlik edilen taşınmazların makul karşılanabilecek ölçüde olduğu sonucuna varılmaktadır.
Bu somut olgular yukarıdaki ilkeler ışığında değerlendirildiğinde; davacıların muvazaa iddiasının kanıtlandığını söyleyebilme olanağı yoktur.
Öte yandan, 6100 sayılı Hukuk Muhakameleri Kanunu'nun (HMK) 65.maddesine göre, açılan bir davaya dava konusu edilen şey hakkında tarafların dışında hak iddia edilerek o şeyin kendisine ait olduğunu ileri süren ve harcını yatırmak suretiyle davaya dahil olan kimsenin hukuki durumu asli müdahildir. Değinildiği üzere, asli müdahalede dava edilen müddeabih esastır. Anılan müddeabihin dışına çıkılarak dava konusu edilmeyen hususta hak talebinde bulunulmasına asli müdahale yoluyla yasal olanak yoktur. Bir başka ifade ile asli müdahale dava konusuyla bağlantılı olarak tarafların dışında müstakil hak arama durumu olup davacıların miras paylarına yönelik olarak açtıkları eldeki davada, asli müdahilin kendi payına yönelik istemi kabul görmeyeceği gibi usul hukukumuzda davaya dahil diye bir müessese bulunmayıp, bir kimseye dahili dava yoluyla taraf sıfatı verilemeyeceği de açıktır.
Hal böyle olunca, hem asli müdahale talebinin hem de davanın reddine karar verilmesi gerekirken, yanılgılı değerlendirme yazılı şekilde karar verilmiş olması doğru değildir.
Davalının yerinde bulunan temyiz itirazlarının kabulü ile, hükmün (6100 sayılı Yasanın geçici 3.maddesi yollaması ile) 1086 sayılı HUMK'un 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, 02.01.2019 tarihinde yürürlüğe giren Avukatlık Ücret Tarifesi gereğince gelen temyiz eden vekili için 2.037.00.-TL. duruşma vekâlet ücretinin temyiz edilenlerden alınmasına, alınan peşin harcın temyiz edene geri verilmesine, 26.09.2019 tarihinde oyçokluğuyla karar verildi.
-KARŞI OY-
Dava, muris muvazaası hukuksal nedenine dayalı tapu iptal ve tescil davasıdır.
Mirasbırakan maliki olduğu 1930, 2371, 1036, 1100 ve 747 parsel sayılı taşınmazlarını 30.09.1986 tarihinde dava dışı...'a satmış, ...'de 27.10.1987 tarihinde davalı ...'e temlik etmiştir. Yine muris, maliki olduğu 505, 765, 751, 748, 1772, 4462, 4477 ve 1800 parsel sayılı taşınmazlar ile dava dışı 2 parça taşınmazı da 14.08.1989 tarihinde davalı ...'e ölünceye kadar bakma akdi ile temlik etmiş, 20.06.1990 tarihinde de ölmüştür. Davalı kendisine ölünceye kadar bakma akdi ile temlik edilen tüm taşınmazları 30.04.1993 de dava dışı ..., ondan da 04.10.1994 tarihinde satın almıştır.
Dosya içeriği ve toplanan delillerden; özellikle davacı tanıklarının beyanlarından murisin mal satmaya ihtiyacının olmadığı, satış suretiyle dava dışı...'e devredilen taşınmazların hiç kullanılmadan davalıya devredildiği, murisin bu işlemleri yaptıktan çok kısa bir süre sonra da hastalandığı ve öleceği düşüncesiyle kendisi ile aynı ismi taşıyan, beraber yaşadığı tek erkek evladı davalı ...'e 10 adet taşınmazını kız çocuklarından mal kaçırmak amacıyla ölünceye kadar bakma akdiyle temlik ettiği sabittir. Murisin ölünceye kadar bakma akdini daha az miktarda taşınmaz devrederek sağlama imkanı varken, mamelekinin büyük bir kısmını temlik ederek makul karşılanabilecek sınırı aştığı da görülmektedir. Mahkemenin, satış ve ölünceye kadar bakma akdi ile yapılan tüm temliklerin muvazaalı olduğu yönündeki tespit doğrudur.
Ayrıca, mirasçılardan bir davacının takip ettiği dava dosyasına, diğer bir mirasçının harcını yatırmak suretiyle dilekçe vererek (dava konusunun dışında davacının talebi ile aynı nitelikteki) talebini davalıya karşı ileri sürmesi 6100 sayılı HMK'da açıkça düzenlenmemişse de, bu talebi engelleyen yasal bir düzenleme bulunmamaktadır.
Nitekim, HMK 132/2 maddesi, karşı davanın usulüne uygun olmaması halinde hakimin, talep üzerine veya resen karşı davanın asıl davadan ayrılmasına karar vereceğini düzenlemiştir.
Davacı Nigarın durumuna gelince, öncelikle bu davacının somut davadaki sıfatının ne olduğu belirlenmelidir. Muris muvazaası hukuki sebebine dayalı olarak açılan bir tapu iptal tescil davasında, aynı murisin mirasçılarından bir başkası daha, harçlandırmak suretiyle yapmış olduğu bir başvuru ile kendi payını istemektedir.
Bu başvurunun hukuk usulü açısından nitelendirmesinin ne olacağı tartışma konusudur.
Hemen belirtmek gerekir ki HMK 65.madde kapsamında bir asli müdahalenin söz konusu olmadığı hususunda sayın çoğunluk ile aramızda bir ihtilaf bulunmamaktadır.
Aramızda oluşan ihtilaf; ayrı bir dava açılmadan (bir dava dosyası oluşturulmadan) dava dışı bir şahsın kendi hakkını harçlandırdığı bir dilekçe ile isteyip isteyemeyeceğidir.
Hukuk usulünde dava; 'bir başkası tarafından sübjektif hakkı ihlal edilen veya tehlikeye sokulan veya kendisinden haksız bir talepte bulunulan kimsenin mahkemeden hukuki koruma istemesidir.' (Prof.Dr. B.Kuru Medeni Usul Hukuku Ders Kitabı 2011 baskı)
Davacı ise, karşı taraftan alacağını (hakkını) mahkemeden isteyen kişidir.
Dava arkadaşlığına gelince, yine usul hukukumuzda ihtiyari ve mecburi dava arkadaşlığı olmak üzere ikiye ayrılmıştır. En basit anlatımı ile; davayı birlikte açmak zorunda olanlar mecburi dava arkadaşı, ayrı ayrı açmaları mümkün iken birlikte hareket ederek açanlar ihtiyari dava arkadaşıdırlar.
Bir kimsenin hakkını istediği kişiden, aynı nitelikte alacağı olan bir başka kimsenin de bu hakkını istemesi mümkündür. Davalıdan ayrı ayrı hakkı olan kişilerin birlikte hareket ederek haklarını istemesi durumu, ihtiyari dava arkadaşlığıdır. 6100 sayılı HMK'nın 57.ve 58.maddeleri bu hususu düzenlemiş, illa ki taleplerin aynı dilekçe ile ileri sürülmesi şartını da getirmemiştir. O halde bu davada her iki talep edenin durumu ihtiyari dava arkadaşlığıdır.
Olayda uygulama yeri bulan 'usul ekonomisi' ilkesine gelince; bilindiği üzere Anayasa'nın 141 ve HMK'nın 30.maddesi hakimi, yargılama sırasında gereksiz gider yapmadan, kısa süre içinde uyuşmazlığı çözüme kavuşturma ile yükümlü tutmuştur.
Bu açıdan değerlendirme yaptığımızda; davacı ve kardeşi olan ..., muristen intikal eden paylarını davalıdan istemektedirler. Her iki talep açısından yapılacak olan yargılama aynı olduğu gibi bu talepler ayrı dosyalar ile ayrı davalar olarak görülse ve birleştirilmese dahi, biri diğeri için 'güçlü delil' özelliği taşıyacaktır.
Nigar'ın talebinin usule uygun olmadığı gerekçesiyle usulden reddi halinde, yeni bir dava açacak ve aynı yargılama ve masraf yeniden yapılacaktır. Bu durumda 'usul ekonomisi'ni düzenleyen Anayasa'nın 141. ve HMK'nın 30.maddesi açıkça ihlal edilecektir.
Nigar'ın talebinin ayrı bir dava olarak kabulü durumunda, bu talep açısından davanın tefrik edilerek başka bir esasa kaydedilip sonra yine birleştirme yapılarak taleplerin birlikte görülmesinde de usul ekonomisi açısından bir fayda görülmeyecektir.
Yasa koyucu bu usul sorununu açıkça düzenlememiş ise de, HMK'nın 132 ve 133.maddelerinde karşı davanın şartlarının bulunmaması veya süresinde açılmaması halinde ayrı bir esasa kaydedilerek davanın görüleceğini düzenlemiş, talebin reddini hüküm altına almamıştır. Bu usulü düzenleme kıyasen uygulandığında dahi söz konusu talebin (bu sebeple) reddi mümkün olmayacaktır.
Açıklanan bu nedenlerle, her iki davacının talebinin kabul edilmesinin doğru olduğu kanaat ve sonucuna vardığımızdan kararın onanması gerektiği düşüncesiyle sayın çoğunluğun bozma yönündeki görüşüne katılmıyoruz.