Hukuk Genel Kurulu 2017/246 E. , 2018/206 K.
MAHKEMESİ :Ticaret Mahkemesi
Taraflar arasında görülen “menfi tespit” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda Ankara 1. Asliye Ticaret Mahkemesince davanın kabulüne dair verilen 06.05.2011 gün ve 2010/325 E. ve 2011/223 K. sayılı kararın davalı vekili tarafından temyiz edilmekle Yargıtay 15. Hukuk Dairesinin 28.11.2012 gün ve 2012/3432 E., 2012/7460 K. sayılı kararı ile:
“…Dava, eser sözleşmesinden kaynaklanan alacak talebine ilişkin olup mahkemece davanın kabulüne dair verilen karar davalı tarafından temyiz edilmiştir.
Davacı davasında davalı ile aralarında düzenledikleri sözleşmeye göre davalının yapacağı inşaatta imalât bedelinin davacıya ait 3 dairenin davalıya veya göstereceği kişilere satılarak ödenmesinin kararlaştırıldığını, 3 dairenin davalının gösterdiği kişilere satıldığını ancak dairelerin birinin satışının 3. kişiye banka kredisi ile yapıldığını, bankada yapılan işlemler sırasında kendisine 40.000,00 TL’Lik bono imzalatıldığını belirterek bonodan dolayı borçlu olmadığının tespitine karar verilmesini istemiştir. Yargılama sırasında davalı savunmasında bononun bizzat davacının borcu nedeni ile düzenlendiğini, bunun için ayrı bir sözleşme imzalandığını belirtmiştir. Dairemizin geri çevirme kararı ile istenen Antalya 6. Asliye Hukuk Mahkemesi’nin derdest olduğu anlaşılan 2011/260 E. sayılı dosyasında ... tarafından açılan davada 01.05.2009 tarihli protokole göre eldeki davaya konu 40.000,00 TL’lik bono ve porotokolden kaynaklanan cezai şart ile birlikte 80.000,00 TL’nin talep edildiği anlaşılmaktadır. Anlaşılacağı üzere her iki dosya arasında bağlantı bulunmakta olup gerek HUMK’nın 45., gerekse HMK’nın 166. maddesine göre bağlantı bulunması halinde, mahkemece istek üzerine veya kendiliğinden davaların birleştirilmesi mümkündür. Bu nedenle sonradan açıldığı anlaşılan Antalya 6. Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 2011/260 Esasında kayıtlı dosyanın eldeki dava ile birleştirilmek üzere kararın bozulması uygun bulunmuştur...”
gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
HUKUK GENEL KURULU KARARI
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki belgeler okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava menfi tespit istemine ilişkindir.
Davacı vekili, müvekkilinin imzaladığı ve icra takibine dayanak yapılan bononun bedelsiz olduğu gibi bono üzerinde tahrifat yapmak suretiyle “...” olan lehtar isminin “Cumaali Durmuş” olarak düzeltilerek takibe konulduğunu ileri sürerek, bonodan dolayı borçlu olmadığının tespitine karar verilmesini talep ve dava etmiştir.
Davalı vekili, davacının müvekkilinin yaptığı işlere karşılık 40.000 TL’lik bono düzenleyerek müvekkiline verdiğini ve buna ilişkin sözleşme bulunduğunu, süre verilmesi hâlinde ibraz edeceğini belirterek davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece davalı tarafın kabul ettiği lehtar hanesindeki değişikliğin yanında davacının imza ve parafının olmadığı, bu hâli ile senedin geçerli bir bono niteliğini taşımadığı, bu nedenle bonoya dayalı icra takibi yapılamayacağı gerekçesiyle davanın kabulü ile davacının borçlu olmadığının tespitine karar verilmiştir.
Davalı vekilinin temyizi üzerine karar, Özel Dairece yukarıda gösterilen gerekçe ile bozulmuş ve mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Direnme kararı davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; 01.05.2009 tarihli protokol uyarınca eldeki davaya konu 40.000 TL’lik bono ve protokolden kaynaklanan cezai şart olmak üzere toplam 80.000 TL’nin tahsili amacıyla başlatılan icra takibine vaki itirazın iptali istemiyle açılan dava ile menfi tespit davaları arasında HMK’nın 166. maddesi anlamında bağlantı bulunup bulunmadığı, burada varılacak sonuca göre bu davaların birleştirilerek görülmesinin gerekip gerekmediği noktalarında toplanmaktadır.
Bireyler arasındaki uyuşmazlıkların yargıya intikalinden sonra başlayan yargılama faaliyetinin ilkelerini usul kuralları (yargılama hukuku ilkeleri) belirler. Yargılama hukukunun temel ilkelerinden birisi de her davanın ayrı yargılamayı gerektirmesidir. Davaların birleştirilmesi bu kuralın en önemli istisnasını oluşturur. Bu istisnanın kabul edilmesinin temelinde de yine yargılama hukuku ilkeleri yatmaktadır.
Gerçekten de mahkemeler aracılığı ile maddi hakları korumayı amaçlayan devlet, uyuşmazlığı kısa sürede, basit ve hızlı yöntemlerle çözüme ulaştırmalıdır. Uyuşmazlıkların çözümü yöntemlerini düzenleyen yargılama hukukunun amacı sadece çözüme ulaşmak değil, bu çözümün adalete ve gerçeğe de uygun olmasını sağlamaktır.
Bu kapsamda davaların birleştirilmesi, hukuk yargılamasının yukarıda belirtilen amaçlarına hizmet eden araçlardandır. Benzer ya da aynı doğrultuda karar vermeyi gerektiren durumlarda davalar birleştirilerek ortak yargılama sürecine girildiğinde, deliller birlikte toplanarak gereksiz zaman kaybı ve masraf yapılmasının önüne geçilmekte, böylece basit, ucuz ve hızlı yargılama ile usul ekonomisi amacı gerçekleşmiş olmaktadır. Diğer yandan, tarafların yargılamayı uzatmaya yönelik ve farklı karar alma yönündeki çabaları engellenmekte, dürüstlük kuralına uygun davranmaları sağlanmaktadır. Bu yöntemle ayrıca hukuki sorunun parçasını oluşturan ya da benzer sorunlar nedeniyle aynı doğrultuda karar vermeyi gerektiren davalarda çelişkili karar verilmesi önlenmekte ve hukuki istikrar sağlanmaktadır.
Bu nedenledir ki 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun (HUMK) 45’inci ve 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun (HMK) 166’ncı maddesinde davaların birleştirilebileceği hükmü düzenlenmiştir. Fakat davanın diğer bir mahkemede derdest olan bir dava ile irtibatının bulunduğu iddiası HUMK’nın 187’nci maddesinde ilk itiraz olarak düzenlenmiş iken, 6100 sayılı HMK’da davaların birleştirilmesi ilk itiraz olmaktan çıkartılarak, davanın her aşamasında ileri sürülebileceği kabul edilmiştir.
Bu nedenle somut olayın çözümlenmesi için öncelikle 1086 sayılı HUMK hükümlerinin mi yoksa 6100 sayılı HMK hükümlerinin mi olaya uygulanması gerektiği öncelikle belirlenmelidir.
Bu noktada, kanunların yürürlüğüne ilişkin temel ilke ve bu kapsamda usule ilişkin kanun hükümlerinin yürürlüğü konusunda genel bir açıklama yapılmasında fayda bulunmaktadır:
İlke olarak herhangi bir kanun veya düzenleyici kural, hukuksal sonuçlarını yürürlüğe girdiği tarihten sonrası için doğurmaya başlar. Bunun doğal sonucu da kanunların yürürlüğe girmelerinden önceki olayları etkilememeleri, yani geçmişe etkili olmamalarıdır. Kanun koyucu tarafından bu kuralın aksine düzenleme yapmadığı takdirde hukuk güvenliğini sağlamak için kanunlar geriye yürüyecek şekilde yorumlanamaz.
Bir usul hükmünün yürürlüğe girmesinden sonra bir dava açılırsa bu davaya yeni usul kurallarının uygulanması esastır. Çünkü genel olarak kanunlar hemen etkili olur ve uygulanırlar. Nitekim HMK’nın 448’nci maddesinde “ Bu kanun hükümleri tamamlanmamış olmak kaydıyla derhal uygulanır.” şeklinde düzenleme bulunmaktadır. Bu nedenle somut olaya 6100 sayılı HMK hükümlerinin uygulanması gerektiği kabul edilmelidir.
Gelinen bu aşamada HMK hükümlerine göre davaların birleştirilme usulünün de açıklanması gereklidir.
HMK’nın konu ile ilgili 166’ncı maddesi;
“(1) Aynı yargı çevresinde yer alan aynı düzey ve sıfattaki hukuk mahkemelerinde açılmış davalar, aralarında bağlantı bulunması durumunda, davanın her aşamasında, talep üzerine veya kendiliğinden ilk davanın açıldığı mahkemede birleştirilebilir. Birleştirme kararı, ikinci davanın açıldığı mahkemece verilir ve bu karar, diğer mahkemeyi bağlar.
(2) Davalar, ayrı yargı çevrelerinde yer alan aynı düzey ve sıfattaki hukuk mahkemelerinde açılmış ise bağlantı sebebiyle birleştirme ikinci davanın açıldığı mahkemeden talep edilebilir. Birinci davanın açıldığı mahkeme, talebin kabulü ile davaların birleştirilmesine ilişkin kararın kesinleşmesinden itibaren, bununla bağlıdır.
(3) Birleştirme kararı, derhal ilk davanın açıldığı mahkemeye bildirilir.
(4) Davaların aynı veya birbirine benzer sebeplerden doğması ya da biri hakkında verilecek hükmün diğerini etkileyecek nitelikte bulunması durumunda, bağlantı var sayılır.
(5) İstinaf incelemesi ayrı dairelerde yapılması gereken davaların da bu madde hükmüne göre birleştirilmesine karar verilebilir. Bu hâlde istinaf incelemesi, birleştirilen davalarda uyuşmazlığı doğuran asıl hukuki ilişkiye ait kararı inceleyen bölge adliye mahkemesi dairesinde yapılır.” düzenlemesini içermektedir.
HMK’nın 166’ncı maddesindeki düzenlemeye göre aynı yargı çevresinde yer alan aynı düzey ve sıfattaki hukuk mahkemelerinde açılmış davalar, aralarında bağlantı bulunması durumunda, davanın her aşamasında, talep üzerine veya kendiliğinden ilk davanın açıldığı mahkemede birleştirilebilir. Birleştirme kararı, ikinci davanın açıldığı mahkemece verilir ve bu karar, diğer mahkemeyi bağlar (HMK. m. 166/1).
Davalar, ayrı yargı çevrelerinde yer alan aynı düzey ve sıfattaki hukuk mahkemelerinde açılmış ise, bağlantı sebebiyle birleştirme ikinci davanın açıldığı mahkemeden talep edilebilir. Birinci davanın açıldığı mahkeme, talebin kabulü ile davaların birleştirilmesine ilişkin kararın kesinleşmesinden itibaren, bununla bağlıdır (HMK. m.l66/2).
Bu itibarla, aynı yargı çevresinde yer alan aynı düzey ve sıfattaki hukuk mahkemelerinde açılmış olan davalarda, talep üzerine veya kendiliğinden davanın her aşamasında ilk davanın açıldığı mahkemede birleştirme kararı verilebilecektir. Fakat vurgulamakta yarar vardır ki ayrı yargı çevrelerinde yer alan aynı düzey ve sıfattaki hukuk mahkemelerinde açılan davalarda resen birleştirme kararı verilemez.
HMK’nın 166/1’inci maddesinde 'aynı düzey ve sıfattaki mahkemeler'den kasıt, her iki davanın görüldüğü mahkemenin, kendi aralarında, asliye hukuk mahkemeleri veya sulh hukuk mahkemeleri yahut iş mahkemeleri veyahut aile mahkemeleri olmalarıdır. Aynı düzey ve aynı sıfatta olmayan mahkemelerde görülen davaların birleştirilebilmesi mümkün değildir. Bu nedenle örneğin asliye hukuk mahkemesinde görülen dava ile sulh hukuk mahkemesinde görülen dava birleştirilemez. Çünkü anılan mahkemelerde uygulanan yargılama usulleri birbirinden farklıdır.
Yukarıda ifade edildiği gibi, davaların başka mahkemelerde açılmış olması halinde, ikinci davada davaların birleştirilmesini istenmezse artık bu iki davanın birleştirilmesi mümkün değildir. Yani bu hâlde, aralarında bağlantı bulunan davaların ayrı ayrı mahkemelerde görülmesine devam edilir.
Bu açıklamalar ışığında aynı mahkemede görülmekte olan davalar, aralarında bağlantı bulunması hâlinde, davanın her safhasında, istek üzerine veya kendiliğinden mahkemece birleştirilebilir.
O hâlde davaların birleştirilmesi usulü davanın aynı mahkemede ya da ayrı mahkemede açılmış olmasına göre farklılık gösterdiği için HMK’nın 16’ncımaddesinde öngörülen 'aynı mahkeme' ve 'ayrı mahkeme' kavramlarına ilişkin de açıklama yapılmalıdır.
5235 sayılı Adli Yargı İlk Derece Mahkemeleri İle Bölge Adliye Mahkemelerinin Kuruluş, Görev ve Yetkileri Hakkında Kanun’un “Hukuk Mahkemeleri” başlıklı 4’üncü maddesi ile de hukuk mahkemelerinin, sulh hukuk ve asliye hukuk mahkemeleri ile özel kanunlarla kurulan diğer hukuk mahkemeleri olduğu belirtilmiştir.
Bilindiği üzere, HMK’nın yürürlüğe girdiği 01.11.2011 tarihinden sonra 01.07.2012 tarihinde yürürlüğe giren 6102 sayılı Türk Ticaret Kanunu'nun 5’inci maddesinde 6335 sayılı Kanun ile değişiklik yapılmış ve ticaret mahkemeleri ile asliye hukuk mahkemesi ve diğer hukuk mahkemeleri arasındaki ilişki iş bölümü ilişkisi olmaktan çıkarılıp görev ilişkisine dönüştürülmüştür.
Somut olay incelendiğinde; eldeki davada kararı veren mahkeme Antalya 1. Asliye Ticaret Mahkemesi olup, birleştirmeye konu eser sözleşmesinden kaynaklanan alacağın tahsili için yapmış olduğu icra takibine vaki itirazın iptali davası Antalya 6. Asliye Hukuk Mahkemesinin 2011/60 Esas sayılı dosyasında derdesttir.
Bu itibarla, Antalya 1. Asliye Ticaret Mahkemesi ile Antalya 6. Asliye Hukuk Mahkemesi aynı yargı çevresinde bulunmalarına rağmen 6102 sayılı Türk Ticaret Kanunu’nun 5’inci maddesinde 26.06.2012 tarihinde 6335 sayılı Kanun ile yapılan değişiklik sonrası bu mahkemeler arasındaki ilişki iş bölümü ilişkisi olmaktan çıkartılıp görev ilişkisine dönüştürüldüğünden, bu mahkemelerin “aynı düzey ve sıfattaki” hukuk mahkemeleri olarak kabulü mümkün değildir. Bu nedenle birisinde açılan davanın diğerindeki dava ile resen birleştirilmesine yasal olarak imkân bulunmamaktadır.
Hukuk Genel Kurulundaki görüşmeler sırasındaeldeki davanın HUMK döneminde açıldığı, bu nedenle HUMK’nın 45’inci maddesinin uygulanmasının gerektiği, anılan yasa hükmü uyarınca birleştirme kararı verilebilmesi için mahkemelerin aynı düzey ve sıfatta olmalarının gerekmediği belirtilmiş ise de bu görüş Kurul çoğunluğu tarafından kabul edilmemiştir.
Hâl böyle olunca asliye hukuk mahkemesi ile asliye ticaret mahkemesi aynı düzey ve sıfatta hukuk mahkemesi olmadığından ilgili davaların birleştirilemeyeceğine ilişkin Yerel Mahkemece verilen direnme kararı yerindedir.
Ne var ki esasa ilişkin temyiz itirazları Özel Dairece incelenmediğinden, bu konuda inceleme yapılmak üzere dosya Özel Daireye gönderilmelidir.
SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle direnme uygun bulunduğundan davacı vekilinin işin esasına yönelik temyiz itirazlarının incelenmesi için dosyanın 15. HUKUK DAİRESİNE GÖNDERİLMESİNE,1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu'nun 440’ıncı maddesi uyarınca kararın tebliğinden itibaren onbeş gün içinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere 14.02.2018 gününde oy çokluğu ile karar verildi.